Hayatta Her Şey Geçiyor…

Hayatta Her Şey Geçiyor
Geçiyor her şey, akıyor nehir, çağlayanlar durmadan akıyor, deniz dalga dalga akıyor durmadan.

Geçiyor zaman, akrep yelkovanı, yelkovan akrebi kovalıyor ardı sıra.

Geçiyor her şey. Acılarımız geçiyor, hastalıklarımız geçiyor, mutluluklar kimi zaman elimizden akıp gidiyor, sevilen yar göçüp gidiyor bu diyardan, iş geçiyor, güç geçiyor, kopamadığımız şeylerden bile zaman bizi koparıyor apansız ve amansız bir şekilde.
Yıllarca vazgeçemediklerimizden zaman ayırıyor bize sormadan.

Akıyor yürekte ateşin koru, kan sıcak sıcak damarlardan geçiyor, yeniden hayat katabilmek için.

Yeniden dirilişin başlaması için geçiyor her şey.

 Tebessümler ağlama ile geçiyor, sağlık hastalık ile, bekârlık evlilik ile, işsizlik iş ile, yorgunluk dinlenme ile, fakirlik zenginlik ile, ayrılık kavuşma ile, sıcaklık serinlik ile, kıtlık bolluk ile, çirkinlik güzellik ile geçiyor.
Geçmeyen şey sevgi.

 Yürek yanıyor yanıyor, korlar her bir hücreye nüfuz ediyor tekrar yanıyor, sevgi tekrar tekrar artıyor.

Gözler ağlıyor ağlıyor, sevgi gittikçe artıyor insan hayatında. Bu sevgi arttıkça dünyaya geliş amacını hatırlıyor insan veya hatırlatılıyor.

‘Ben seni âlemlere rahmet olarak yarattım’ diyor Allah, Habibine (sevgilisine). Peygamberimize, Habibim hitabıyla hitap ediyor, sevgili diyerek.

Ve Allah cc hayatın her köşesine sevgiyi bir şifre olarak yerleştiriyor. Sevgi ile yoğrulmaya, sevgi ile büyümeye, sevgi ile olgunluğa ve sevgi ile gerçek Yâre(Allah cc) kavuşuyor tüm yaratılanlar.
Ölüm bir geçiş olarak sunuluyor yaratılan her şeye.

Dağa, taşa, toprağa, suya, güneşe, buluta, insana, hayvana, bitkiye yaratılan tüm mahlûkata.

 Said Nursi tefsirinde, ‘ölüm bir yok olma değil’ diyor.

 Kavuşma olarak tanımlıyor. Her gün doğan güneş ve ardınca çıkan ay zamanın geçtiğini bize alenen gösteriyor ve bizim hazırlıklı olmamız için geçici şeylere tamah etmememiz gerektiği hatırlatıyor.
Yeryüzünde en zengin olan Karun ölmedi mi? Bin yıl yaşayan bir peygamber bu seyrengahtan geçip gitmedi mi?
Kış ayı geçmemiş olsaydı, yazı görebilir miydik?

 Yaz geçmemiş olsa idi yeryüzü o beyaz örtüyle kaplanabilir miydi? Ağaçlar yapraklarını dökmeden dinlenmeye çekilebilir miydi?
Hep çocuk kalsa idik gençliği görebilir miydik, hep genç kalsak yaşlılığı, hep yaşlı kalsak ahireti. Zamanın içinde sıralanıvermiş tüm yaşanacaklar. Güneşin batışı ile doğuşu arasına sıkıştırılıvermiş her şey.
Yaşam bir çizgi ve hakikat zincirleri arasına sıralanmış. Birbirine bağlanmış olan yaşamların içindeki sırları çözemiyoruz çoğu zaman. Ama gençliğimin son baharında bir şey daha öğretiyor Yaratan;

 O’na Tevekkül etmeyi.
Eş, çocuk, anne, baba, arkadaş, sırdaş, dost, komşu, akraba.

 Allah c.c. bunları insanlara hayatın bir parçası olarak sunmuş. Ama onlara bağlı kalarak yaşamayı söylememiş. Ölüm insanın kapısına gelince ne anne kalıyor, ne baba, ne eş, ne akraba.

 Varılacak tek yer o zaman ortaya çıkıyor. İnsan kendi devam ediyor artık yoluna. Ama Allah c.c. ölümle insanları mahzun etmiyor, geride kalanları sefil etmiyor, hayatın içindeki hakikatleri gösteriyor yavaş yavaş.

Bir şeyi alırsa, birden fazla nimetler veriyor yarattığı tüm canlılara. Aslında kader dediğimiz olgu çok büyük sırları yükleniyor sırtına.
Bir çocuğun doğum zamanı ayarlanıyor, bir güneşin batışı, bir meyvenin olgunlaşması, bir varlığın ölümü, iki insanın bir anda karşılaşıp birbirlerini sevmesi, yağan yağmur, açan çiçekler, kazanılan zaferler ve karşısında mağlubiyetler her şey tespih tanesi gibi sıralanmış.

 Bizler ancak olaylar vukuu bulunca anlayabiliyoruz.
Yaşayacağımız çok şey var belki, ya da son demlerimizi geçiriyoruz. Bir saniye sonrasını göremiyor insan. Hayatın içindeki nimetler ve müsibetler insana bir sürpriz. Ama içinden hiçbir vakit şer çıkmıyor.
Tevekkül ipine sarılınca insan hakikatleri farklı bir pencereden bakıyor. Başına gelenlere üzülerek kendini paralamak yerine kalbini ‘Kalbin Sahibine’ yaslıyor

.
Tüm olumsuzluk ve kötülüklere rağmen hayatta, iyilik ve fedakârlık kazanıyor. Sevmesini bilip sahip çıkana hayat daha geniş geliyor.

Bugün bir başka bakın aynaya…

Bugün bir başka bakın aynaya sanki ilk defa görüyormuşsunuz gibi kendinizi…ne kadar itinayla yaratılmışsın değilmi…bir tebessüm gülü kondur dudaklarına düşün ki güller gülü gül Sevgilinin mirasıdır tebessüm… onu taşımanın ona özenmenin güzelliğidir bu… nasılda yakışdı değilmi yüzüne ,güller açtı tebessümle birlikte…
yüzünüzdeki tebessüm gülleri hiç solmasın… 
 

~~Çizginin Bittiği Yer ~~

 

~~Çizginin Bittiği Yer ~~
 
Hepimiz aynı yöne koşuyoruz. Var gücümüzle. Yanımızda günahlarımız, sevaplarımız.

Çünkü hayat, hep aynı yöne doğru sürdürülen bir koşudur.

Koşu biter; biz biteriz, koşu biter…

• • •

Dünyaya ölmeye gelinir.

Yaşanmaya gelinseydi, koşunun sonu hep yeni yaşamalara çıkardı. Koştukça hayata yaklaşır, bitmeyen ömürleri tekrar tekrar yakalardık.

“Her fâni ölümü tadacaktır…”

Koşuların, hedeflerin, bitirişlerin son soluğunda ölümü tatmak var…

Geldik, gideceğiz… Çare yok. Giderken doğduğumuz günkü gibi saf, temiz ve haramsız olabiliyor muyuz? Kazanç budur. Zor olan, imkânsız görünen budur. Ve inanmak, imkânsızı başarabilme gücü, azmi ve kuvvetidir.

İnanmak, dolu dolu yaşamaktır.

 

https://i0.wp.com/img2.blogcu.com/images/s/a/l/salihamel1/1afqy8.jpg

Aylardan ne, günlerden hangisi, ayın kaçındayız?

Dün kimler göçtü, bugün kaç kişi uğurlandı, yarınlar kimleri çağırmada? Dünler, bugünler ve yarınlar, bizleri hem çağıran, hem uğurlayandır.

Dünler de bitiyor.

Dünler de koşmakta idi bizim gibi… Demek, “dünya zamanı” da ömürlü. Bugün, dünün bittiği çizgi. Bugün ancak yarının sınırına kadar yaşayacak…

Zaman bile sonsuz değil, mekân bile.

Ve insan, zaman ve mekân ile birlikte eskiyor, koşuyor, tükeniyor.

• • •

Zaman, mekân ve insanın benzerlikleri kaderlerinde. Üçü de bitişe hizâlı ve hızlı.

Güneş her sabah bir başka zemine doğuyor; bir gün daha yorulmuş olarak, yorulmuş bularak… Bütün büyümeler sona doğrudur. Kâinat bile büyümekte ve kaderine koşmakta.

Demek ki, yaratılmışların tamamı ölüme yönelik…

Bu ölümde, beraberlikler ve büyüklükler olmalı…

Şair ne kadar haklı.. “Ölüm bunca güzel olmasaydı, Efendimiz ölmezdi…”

• • •

Ölüm bunca güzel olmasaydı, güzeller ölmezdi…

Giden, gitmeyi hak edebilmeli.

Dünyaya yaşamaya gelmek; ölüm varsa, yalandır, yanlıştır…

Çiçekler ölüyor, kuşlar ve ağaçlarla birlikte… Ekinler ölüyor, yamaçlarla, dağlarla beraber… Gün gelecek, ân gelecek, ölüm bile ölecek… Zaman, mekân ve insan ile birlikte.

Ölüm, “ölecekler” tükenince ölecek.

Çünkü, kâinat çapında bir görev sona ermiş olacak.

En son, en başa kardeş olacak.

Sonsuz büyüklükte bir aynaya bakar gibi, en son, en başı; kendini görecek…

• • •

Ölüm “kötü son” değil. Sürpriz netice değil.

Ölüm, koştuğumuz ve ulaştığımız tazeliktir…

Ölümün bir adım ötesi yenilik.

Ölümde konaklamadan ölümsüzlüğe varılmaz.. Ölümde dinleniriz. Ömür boyu süren yorgunluklar orada üstümüzden atılır.

Yaradana ve İki Cihan Efendisi’ne (asm) yorgunluksuz kavuşuruz…

Yepyeni!… ?

~~Gürbüz Azak~~

Hayat çiçeklerle dolu bir yol …

Hayat çiçeklerle dolu bir yol …
          
Mevsim ne olursa olsun hayat gerçekten çiçekli bir yoldur… Biz kendi aynamızı nasıl boyarsak öyle görürüz içindeki görüntüyü…

Aynamızı birbirinden güzel çiçeklerle donatalım mı bugün, ne dersiniz?

Attığımız her adım, geçtiğimiz her yol bir çiçekli bahçeye dönüşebilir. O halde milyonlarca çiçek bahçeleriyle karşılaşacağız demektir.

Bu bahçeleri birbiri içine sarılmış olarak düşündüğümüzde de güzel kokusu ve yapraklarıyla büyük bir gül goncası karşımıza çıkacaktır. Kararan kalplerimizi temizleyen, paslıysa pasını silen, kilitliyse kilidini açan da bir gül goncası olan kâinatın Ustasına işaret eden güzellikleridir.

Yeryüzüne serpiştirilen çiçeklerle, zeminin yüzü daha bir güzelleşirken, başımızı gökyüzüne kaldırdığımızda onun da yüzünün yıldız çiçekleriyle süslü olduğunu görüyoruz. Bazen bir kelime bir gül oluyor, duyunca yüzümüzde güller açıyor, gülüyoruz.

İşte hepimiz böyle güzelliklerle dolu, gül bahçeleri ve meyveli ağaçlarla süslenmiş bir âlemi temâşâ için gönderildik. Tefekkür gözlüğü ile seyretmeye, koklamaya ve tatmaya izin var, ama muzır ve murdar olanlara el uzatmamak şartıyla. Zira neyi görmek ister ve neye talip olursak onunla karşılaşırız. Bu çiçekli bahçelerde ayrık otları, yabanî bitkiler, zehirli meyveler de vardır. Güller, çiçekler ve leziz meyveler dururken, dikenler, yabanî otlar ve acı meyvelerle meşgul olmaya gerek yoktur.

Biz bunlara itibar etmeyip çiçekli bahçelerimize geri dönelim. Yüzümüzü güllere dönelim ki, güller açsın yüzünüzde. Evet demiştik ya, aynamızı nasıl boyarsak görüntü de ona değişiyor diye. Güzel görelim ki güzel düşünebilelim ve hayatımızdan lezzet alabilelim. Ve gül bahçelerinin menbâları olan cennet bahçelerine müşteri olabilelim.

İnsan da kâinat denilen gül goncasının içinde, onun bir küçük örneği sûretinde minicik bir gül goncasıdır diyebiliriz. Lâkin daha güzel kokması ve uzun ömürlü olabilmesi için ışık görmesi gerekir. Yani üzerine Kur’ân nuru düşmeli, Sünnet-i Seniyye güneşi ile beslenmeli, iman ve ibadet suları ile düzenli olarak sulanmalıdır.

Böyle içi de dışı da gül olan bir insan için hayat gerçekten de çiçekli bir yol olacaktır. Gördüğü her varlık ona dost ve arkadaş olacak, etrafına çok güzel kokular yayacaktır.

En güzel çiçekler ise âyine-i Samed olan kalplerde açtığından dolayı böyle kalplerin içinde de bin bir türlü lâtif, hoş kokulu gül bahçeleri vardır. Hücreleri de her an tesbihâtla meşgul çiçeklerdir. Damarları ise o çiçekli bahçeleri sulayan su kanallarıdır. Yani hayatın yolları, çiçek bahçeleri ile dolu olduğu gibi, insanın iç âlemi de çiçekli yollarla doludur.

Hayat der ki…

Hayat 

HAYAT DER Kİ

Hayat der ki; sevdiklerinizi artı ve eksileri ile kabul etmeyi öğrenmedikçe, sevmeyi ve sevilmeyi beklemeyin.Yoksa sevmenin lezzetine varamayacak, eleştirmekten sevmeye vakit bulamayacaksınız..

Hayat der ki; dostluk ipekten bir gömlek gibidir. Onu taşımayı bilemezseniz sırtınızdan kayıverecektir. Sırtında dost gömleği olmayan yürekler hep üşürler..

Hayat der ki; başarmak isteği sendeki azimle bağlantılıdır. Başkalarının ne dediğinden çok ne yapabileceğine karar ver ve başla. Mutlaka başaracaksın.

Hayat der ki; asla peşin yargılı olma, ilk kez gördüğün bir insan konusunda hemen karar verme. İlk anda pozitif sandığın enerji sonraları negatife dönebilir.

Hayat der ki; seçimlerin seni yanıltsa da ne kendini ne başkasını suçlama. Olumsuzluklarla karşılaşmadıkça doğruyu bulamazsın. Yaşadığın her şeyi kendine bir hayat dersi olarak kabul et ve yararlan.

Hayat der ki; yaşamın içinde depremler olacaktır. İki noktalılar hasar bıraksa da korkma onarım mümkün. Şiddeti yediyi geçenlerde ise önce korunacağın bir direk bul enkazdan çıkman daha kolay olacaktır.

Hayat der ki; hayvanların olmadığı bir dünyada, Yaradan’ın kurduğu düzen bozulur hayvanları sev ve koru. Ama insanın önemini unutma.

Hayat der ki; kendini anlatmaya ifade etmeye çalış yanlış anlamalara izin verme. Ama anlamamakta ısrarlı olanla da fazla uğraşma. Zira en kıymetli şeyini zamanını kaybedersin.

Hayat der ki; hedeflerini belirle ve kararlı ol, eğer yeterince kararlı ve azimli isen engel tanımayacaksın. Doğal olarakta yolun açılacak.

Hayat der ki; iç güdülerine inan ama daima bir yanılma payı bırak ki temkinli olmanın mükâfatı daha az üzülmektir. İç güdüleri sayesinde bazı hayvanlar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ama insan özel bir tasarımdır.

Hayat der ki; kendine olan saygını asla kaybetme, başkalarının sana saygılı olmasını istiyorsan saygınlığından taviz verme. Bunun en güzel yolu ise karşındaki kim olursa olsun,ilk saygısızlığında haddini bildir.

Hayat der ki; başına gelen olumlu ve güzel şeyleri kabul etmeyi ve sevinmeyi bildiğin gibi, olumsuzlukları da cesaretle karşıla. Sızlanmak ruhuna azap verecektir.

Hayat der ki; kök salacağın toprağı kendin seç.Ve hayat tarlanı iyi sür kendi toprağının cinsini anla ona göre ek biç.Aksi halde dikkatsizliğin sonucu yanlış tohumlar yaşam kaliteni bozacaktır.

ŞÜKRAN AYDOĞAN

karamsarlık…terket ümmed-i muhammedi artık!

karamsarlik

Bazen alıp götürüyorsun bizi bilmez bir yere…

adını karanlık dediğimiz yere boş ve anlamsız düşünceler içinde
boğuluyoruz,bir hiç uğruna niçe herşeyleri yok ediyoruz….

bazan deliler gibi dalıp gidiyoruz.ellerimiz başımızı sıkmaktan
vazgeçmez.mengene gibi sıkar habire…pişmanlıklar,hayal kırıklıkları
vesaire vesaire…

bir girdap gibi içine çekmektesin bizi…

karamsarlık…sen zamanımızın psikolojik silahısın…adına depresyon
diyorlar bazıları…ama ben sana zamane hastalığı diyeceğim…çünkü hiç
yoktan ortaya çıkıyorsun! ama sebepsiz yere değil….

manevi boşluktan,inançsızlıktan ortaya çıkıyorsun ve yer ediyorsun insanın
beyninde…

sen ne fakirlikten besleniyorsun,ne de yalnızlıktan.sen inançsızlıktan
besleniyorsun! ve seni bilerek içimize sokmak istiyorlar!

sen zamane hastalığısın! zamane virüsüsün! psikoloıjik silahsın!

seni bir tek şeyle yenebiliriz! güven…

ben Rabbime sığındıktan sonra sen birşey yapamazsın bana…çünkü ona
güveniyorum! hastalığın çaresi O!

yeter artık düş yakamızdan…terket ümmed-i muhammedi artık! çünkü onların
sığınacakları bir kapısı var…

ALLAH c.c.

“artık bana güzel bir sabır yakışır!”

 

 

şimdilik avuçlarıma alamıyorum gülü,
dikenlerini avuçlayabiliyorum.
razı oluyorum can’ımın yanmasına;
can’ımı yakıyorum avuçlarımı sıkarak…/
ey benim sîne-i nurum,
ey benim nûr-u aynım,
ey benim sabrı cemîl’im,
ey avuçlarımı dikenlerine rağmen kendine toprak bildiğim gül’üm,

şimdilerde yakubî bir soluktur içime çektiğim,
dilimin kıyısına dokunan, bir baba yüreğinin niyazı kadar beyaz;
“artık bana güzel bir sabır yakışır!”
dilim, yusuf’umu besleyen bir dua için dokunur söze.
bir yusuf kuyumda ağlar, arşta yükselirken adı
bir yusuf nazarımdaki kıymetini bilmez, eza olurken ahvali sol yanıma…
bir yusuf, yusufluğunu bilmez;
ve ben korkarım bir hasetlik canına dokunur yusuf’un diye…
ben korkarım karanlık eza olur yüreğe diye…
ey benim derûnumdaki sevda,
yarınlarıma dair hüsn-ü zannım,
hatrına niyaza dokunur dilim her dem,
hatrına yüreğim buruk heyecanlar yaşar doğan günle,
hatrına boyun bükerim sevgili’ye,
hatırı sayılır olurum diye yar nazarında..
ey benim avuçlarımı kanatan sevda,
derinliğim kadardır avuçlarımda açtığın yara,
ne içimi imar ediyorsun sevinçle,
ne de sûretime mutluluğun resmini çizebiliyorsun.
ben üzerine titriyorum bir çocuk gibi,
büyümeni istiyorum,
büyütmeni istiyorum beni yâr nazarında..
ey benim lisanını hala anlayamadığım sevda,
sükûtun dağlar gibi içimde,
rengin gece misali.
leyl’im der susarım şimdilerde -sen gibi-,
yücelirim “yâr” makamına diye…
ey cemil’in letafeti,
yûsufî güzellikte değil sûretim
yakub kadar sabırlı da değilim,
ama bilirim ki içimde büyürsen;
sultanı olacağım bir beldenin.
gözlerim aydınlanacak,
aydınlık olacağım mısır’a.. ey içimdeki sevda,
içimin nil’i olursan, ereriz huzura;
can oluruz bir kurak beldeye

 

Hüzün uzaklara ait olup yakınlara hapsolmaktır …

Nikotin tadında birşey bu..
 Hüzün uzaklara ait olup yakınlara hapsolmaktır …”

Hüzne alışık gönüller daha dayanıklı …

Bunu biliyorum… Hayata hep göz yaşı penceresinden bakmak. Acıyı saklamak ve onu mukaddes bir emanet gibi taşımak asilce…

“Ardımda yangın bir şehir var… yıkıntıların üstünde hala dumanların tüttüğü…

 

Köşe başlarında yaralı ve gönlü yaralı insanların dalıp dalıp gittiği sokak aralarında şaşkın kedilerin dolaştığı yangın yeri bir şehir… Dönüp bakıyorum. Sırtımda alevlerin sıcaklığı hala… Gözyaşı kaynağım kurumuş… Gözyaşım yollarımda sararmış otlar… Gözlerim ufukta …

Kaçıp giden rüzgarı yangın büyüten o rüzgarı ve geciken yağmuru arıyorum”

Hüzün…

Acının çiçeği.

Acı ve acılar onlara esir olmak yerine oynaşmayı tercih edenleri heykeltıraş gibi biçimlendiriyor.

Acılarla oynaşmak.

 

Hüzün uzakların çağrısıdır…

Her gün yüzlerce binlerce defa yollara düşerde düşüncelerimiz bedenin hapistir ve kaçıp kurtulamazsın.

Hüzün uzakların çağrısıdır.

Gidemezsin.

 

Hüzün kaçıp giden son trenin ardından bakakalmaktır gece yarıları garlarda.

Hüzün üşümektir gecenin bir vakti sizi aramak için çırpınan karanlık dalgalara ve şehrin ışıklarıyla oynaşan yakamozlara cevapsız kalırken…

 

Hüzün ağlayamamaktır…

 

Ağlamak için çırpınırken ağlayamamaktır…

 

Hüzün aşksatmaktırduvarlara…

 

Hüzün aşkta boğulmaktır ve kimsenin anlamamasıdır feryatlarımızı…

Hüzün içten içe yanarken üşümek ve ürpermektir…

Hüzün yalnızlıktır…

 

Yalnızlıksa soylu bir duygu kristal kadehle sunulmuş.

Ve alışkanlık yapar…

Hüzün uzaklara ait olup yakınlara hapsolmaktır …”

(alıntı)
 

Hüzün nedir?…

Hüzün
uzaklara ait olup,
Yakınlara hapsolmaktır…
Hüzün yoksa, insanı içten içe yakan, yaktığı gibi bir o kadar da olgunlaştıran dert yoksa eğer, o zaman, evet işte o zaman gaflet dehlizinde yok olma riski belirir.
Ah dostum!
Eğer, «hüzün nedir?» diye aklına bir sual gelecek olursa, onu dışarıda değil de bilâkis …kendinde ara.
Hüzün…Gönlün derûnî ve bir o kadar da ulvî misafiri…
Sinsi sinsi girer kalplere de dîvâne eder insanı…
Ah hüzün!.. Deli dostum!..
İnsan, hüzünlü olduğu sürece olgunlaşır.
Hüzün yoksa, insanı içten içe yakan, yaktığı gibi bir o kadar da olgunlaştıran dert yoksa eğer, o zaman, evet işte o zaman gaflet dehlizinde yok olma riski belirir.
Hüzün ve aşk. İki samimî dost. Bakıldıkta birbirinden ayırt edilemeyen iki yüce dost.
Âh insan!.. İnsan ne kadar gariptir ki kendisini mecnun eden bu müptelânın kendisinden ayrılmasını istemez.
Yanmak ister hüznün kucağında.
Rahat durmak varken niye başını derde sokasın, niye hüzün ummanında yok olasın, diye bir sual aklını meşgul edebilir?..
Hüznü taşıyan/yaşayan insan bilir ki ne kadar hüzünlü olursa bir o kadar aşktan tat alacaktır. Sevgiliyi anarak ve onun hüznüyle yaşayarak geçirilen vakitler en güzel vakitlerdir muhakkak. Çünkü aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler.
«Hüzün nedir? Neden insan hüzün ister?» gibi soruların cevabını ancak ve ancak yaşayanlar bilir.
Ah dostum! Şimdi tek söyleyeceğim şu: Eğer, «hüzün nedir?» diye aklına bir sual gelecek olursa, onu dışarıda değil de bilâkis kendinde ara.
İşte o zaman hüznü anlamakla kalmayacak, onun yakıcılığında olgunlaşacaksın

(alıntı)

Bir yumruk düşünün…

 

 

 Bir yumruk düşünün…
Sımsıkı bir yumruk.
Parmaklar içe kapanmış tırnaklar neredeyse avuca batıyor.
Bir yumruk düşünün…
Bütün kemikler dışarı fırlamış. Hazır ve nazır vurmayı bekliyorlar.
Bir de açık bir el düşünün…
Parmaklar serbest. Yumuşak bir el.
Avuç hafifçe dışa dönük parmaklar hafifçe içeri kıvrık bir el.
Yumruk vurabilir yıkabilir çarpabilir.
Yumruk “yumruk atabilir!”
Can acıtabilir öldürebilir bile.
Kazara dokunabilir de…
Ama tutamaz!
Kavrayamaz!
Okşayamaz!
Alamaz veremez!
Açık elden de okkalı bir tokat çıkabilir elbette.
Fakat bir tek elimiz açıkken tutabilir kavrayabilir.
Okşayabilir sevebilir.
Hatta ne güzeldir ki teselli edebilir.
Ancak açık bir avuç ve serbest parmaklar alabilir ve verebilir.
Yumruk gibiyiz.
Hatta yumruk olmuşuz!
Kaskatı kesilmiş parmaklarımızı açmakta zorlanıyoruz.
O yüzden de ne alabiliyoruz ne de verebiliyoruz!
Dahası var bence…
Yumruklarımız sıkılıyken…
Ne anlayabiliyoruz birbirimizi ne de anlaşabiliyoruz!
Baştan canımız yanmış demek ki…
Bir daha olmasın istiyoruz.
Asabiyiz o yüzden. Ve hep gerginiz.
Olabilir. Doğrudur belki.
Ama bir yumruk gibi yaşamak ne zor!
Ve nasıl umarsız!
Oysa açık bir avuç gibi olmalıyız çoğu zaman!
Daha iyiyi daha güzeli; doğruyu güzeli barışı ve hakikati istiyorsak…
Yeryüzüne birbirimize ve hayata yargılardan uzak korkmadan öfkeye kapılmadan ellerimizi uzatmalı kollarımızı açmalıyız.
Hem ne diyordu o anlamlı Çin atasözü?
“Yüreğinde yeşil bir dal saklarsan şarkı söylemeye bir kuş gelecektir.”

(alıntı)