Namaz…

 

Gönül ustası Hazret-i Mevlânâ, insanı ilâhî huzura ulaştıran tekbir, kıyam, rükû, secde, selam ve dua gibi namaz rükünlerine oldukça düşündürücü mânâlar kazandırır.

Namaza tekbirle girmek, “İlâhî, biz senin huzurunda kurban olduk” demektir. (Tekbir getirerek kurban kesildiği gibi, tekbirle namaza başlamak da ‘Allah’ım, canımız sana feda olsun’ anlamındadır.)

 Namazda kıyama durmak, Allah’ın huzurunda kıyametteki muhasebeyi hatırlatır. Kul, biraz sonra hakkıyla yerine getiremediği kulluğundan ve işlediği günahlardan dolayı, utancından ayakta durmaya dermanı kalmaz, rükû’a eğilir.

 Başı rükû’da iken “Hakk’ın sualle-rine cevap ver!” diye İlâhî ferman gelir. Kul, rükûdan başını mahcup olarak kaldırır. Ayakta duramaz, yüz üstü secdeye kapanır.

Tekrar ona “Secdeden başını kaldır! Yapmış olduklarından haber ver!” diye ferman gelir. O, yine mahcup bir halde başını kaldırırsa da, tekrar yüzüstüne kapanır. 

O ağır yükün tesirinden dizleri üstüne çöker. Sağa selam verir; peygamberler ve melekler tarafına bakar, onlardan şefaat talep eder. Onlar derler: “Çare ve yardım günü geçti. Çare, ancak dünyada olabilirdi. Orada salih amellerde bulunmadınız, o günler gitti.”

Sola selam verir; akraba ve yakınlarının tarafına bakar. Onlardan da bir fayda göremez.

Herkesten ümidini kesince, dua için iki elini kaldırır. “Ya Rabbi, herkesten ümidimi kestim. Kuluna melce ancak Sensin. Senin rahmet ve mağfiretine sınır yoktur ..

 Namaz, sancıma ilâç, yanık yerime merhem;

Onsuz, ebedi hayat benim olsa istemem!

N.F.K

Yolculuk…

YOLCULUK, BİRAZ heyecan, biraz tedirginlik, biraz da naiflik ve hüzün. Ilık bir telaş, tatlı bir his, coşkun bir hareket. Uzun yolculuklar başka bir muamma; bilinmeze, keşfe, keyfe, kedere uzanan bir muamma. Heyecan verici olduğu kadar, içinde korku ve keşif barındırır.

Bulunduğun yerde sabitlik her şeyi durgunlaştırır, sıradanlaştırır, bayağılaştırır. Değişmek, dönüşmektir yolculuk. Nehir ne kadar akıcı ve değişkense, göl de o kadar sabit ve durgun.

Göl tabiatlılar gölgelerinden ayrılmazlar; mekâna mıhlarlar kendilerini. Zamanı mekânla sabitlemişler, akışkanlığa kapamışlardır kapıları. Dünyada en güzel yer bulundukları yer, hayatın merkezi ayaklarını sabitledikleri noktadır. Tek çiçek, tek bahar onları mutlu etmek için yeter.

Nehir tabiatlılar öyle midir? Bulundukları yerde kıpır kıpırdırlar, macera çağırır onları. Kulakları uzak seslerde, gözleri gördüklerinin ötesinde, hayalleri akıllarının çok ilerisinde, diyar diyar gezmektedir. Masal masal dolaşırlar 80 günde devri âlemi. Usanmazlar, bıkmazlar, yorulmazlar. Yürekleri o zevki tatmıştır bir kere, vazgeçemezler.

Keşif kadar, keder de bulsalar yine de yeni yolculuklara çıkma heyecanının taşırlar. Heybeleri istek doludur, heyecan doludur. Çelebi adımlarla belde belde, ülke ülke, kültür kültür dolaşırlar. Rüyalarının süsü, gönüllerinin gülüdür seyahat.

 Seyahat atına binmişlerdir bir kere, inmek bilmezler. Yolculuk karakterleri, seyahat tabiatları olmuştur.

 Kimi de dış yolculukla, iç yolculuğu birleştirir. Dışın etkilerini içinde, içinde bulduklarını dışta görür. İkisini ilişkilendirir, bağlantılar kurar. Yolculuktan maksat hakikati bulmaktır onun için. Her şey bir anlam ve semboldür. Çölün sonsuzluğu, harfler arasındaki boşluk, yüksek dağlar, coşkun akan nehirler, dalgalı deniz; içinin sesi, içinin rengi, içinin mozaiğidir.

Bir de gezer görmezler vardır. O kadar yer, o kadar ülke gezmişler, çok şeyi bakmış fakat az şey görmüşlerdir. Güzel manzaraları fotoğraf makinelerine kaydetmeyi unutmazlar ama dimağlarını nakış gibi işlemeyi, zihinlerine kazımayı, ruhlarına kaydetmeyi ihmal ederler. Bakış sıradansa nerede olunduğunun, nereye gidildiğinin pek önemi yok. Kendi sabitliklerini her yere taşımaktan başka bir şey değildir yaptıkları.

Zaman su misali akar, zamanın kendi nehirdir. O nehre düşen istese de sabit olamaz, değişe, dönüşe akar. Hayatı, hadiseleri harfi bakan o nehirde hakikate akar. İster hep aynı yerde durdun, ister diyar diyar dolaşsın; harfleri taşır hep, harfler de onu. Kitap kitap, sayfa sayfa, satır satır, kelime kelime okur her şeyi, her bir şeyi.

Nazarında çiçek yıldız kadar değerlidir. Kâh yıldızlara çıkar oturur, kâh gonca gülün yaprakları arasına. Kâh bulutla kayar, kâh yağmur damlasına binip yere iner. Dağların zirvesinde, denizlerin derinliklerinde yorulmak bilmeden gezmekte, anlam peşinde koşmaktadır.

Nasıl, böyle bir yolculuğa çıkmaya hazır mıyız?

Zaman nehrine düşmüş kâinat akarken,
bize düşen nedir?

Hüseyin Eren

Hayatta Her Şey Geçiyor…

Hayatta Her Şey Geçiyor
Geçiyor her şey, akıyor nehir, çağlayanlar durmadan akıyor, deniz dalga dalga akıyor durmadan.

Geçiyor zaman, akrep yelkovanı, yelkovan akrebi kovalıyor ardı sıra.

Geçiyor her şey. Acılarımız geçiyor, hastalıklarımız geçiyor, mutluluklar kimi zaman elimizden akıp gidiyor, sevilen yar göçüp gidiyor bu diyardan, iş geçiyor, güç geçiyor, kopamadığımız şeylerden bile zaman bizi koparıyor apansız ve amansız bir şekilde.
Yıllarca vazgeçemediklerimizden zaman ayırıyor bize sormadan.

Akıyor yürekte ateşin koru, kan sıcak sıcak damarlardan geçiyor, yeniden hayat katabilmek için.

Yeniden dirilişin başlaması için geçiyor her şey.

 Tebessümler ağlama ile geçiyor, sağlık hastalık ile, bekârlık evlilik ile, işsizlik iş ile, yorgunluk dinlenme ile, fakirlik zenginlik ile, ayrılık kavuşma ile, sıcaklık serinlik ile, kıtlık bolluk ile, çirkinlik güzellik ile geçiyor.
Geçmeyen şey sevgi.

 Yürek yanıyor yanıyor, korlar her bir hücreye nüfuz ediyor tekrar yanıyor, sevgi tekrar tekrar artıyor.

Gözler ağlıyor ağlıyor, sevgi gittikçe artıyor insan hayatında. Bu sevgi arttıkça dünyaya geliş amacını hatırlıyor insan veya hatırlatılıyor.

‘Ben seni âlemlere rahmet olarak yarattım’ diyor Allah, Habibine (sevgilisine). Peygamberimize, Habibim hitabıyla hitap ediyor, sevgili diyerek.

Ve Allah cc hayatın her köşesine sevgiyi bir şifre olarak yerleştiriyor. Sevgi ile yoğrulmaya, sevgi ile büyümeye, sevgi ile olgunluğa ve sevgi ile gerçek Yâre(Allah cc) kavuşuyor tüm yaratılanlar.
Ölüm bir geçiş olarak sunuluyor yaratılan her şeye.

Dağa, taşa, toprağa, suya, güneşe, buluta, insana, hayvana, bitkiye yaratılan tüm mahlûkata.

 Said Nursi tefsirinde, ‘ölüm bir yok olma değil’ diyor.

 Kavuşma olarak tanımlıyor. Her gün doğan güneş ve ardınca çıkan ay zamanın geçtiğini bize alenen gösteriyor ve bizim hazırlıklı olmamız için geçici şeylere tamah etmememiz gerektiği hatırlatıyor.
Yeryüzünde en zengin olan Karun ölmedi mi? Bin yıl yaşayan bir peygamber bu seyrengahtan geçip gitmedi mi?
Kış ayı geçmemiş olsaydı, yazı görebilir miydik?

 Yaz geçmemiş olsa idi yeryüzü o beyaz örtüyle kaplanabilir miydi? Ağaçlar yapraklarını dökmeden dinlenmeye çekilebilir miydi?
Hep çocuk kalsa idik gençliği görebilir miydik, hep genç kalsak yaşlılığı, hep yaşlı kalsak ahireti. Zamanın içinde sıralanıvermiş tüm yaşanacaklar. Güneşin batışı ile doğuşu arasına sıkıştırılıvermiş her şey.
Yaşam bir çizgi ve hakikat zincirleri arasına sıralanmış. Birbirine bağlanmış olan yaşamların içindeki sırları çözemiyoruz çoğu zaman. Ama gençliğimin son baharında bir şey daha öğretiyor Yaratan;

 O’na Tevekkül etmeyi.
Eş, çocuk, anne, baba, arkadaş, sırdaş, dost, komşu, akraba.

 Allah c.c. bunları insanlara hayatın bir parçası olarak sunmuş. Ama onlara bağlı kalarak yaşamayı söylememiş. Ölüm insanın kapısına gelince ne anne kalıyor, ne baba, ne eş, ne akraba.

 Varılacak tek yer o zaman ortaya çıkıyor. İnsan kendi devam ediyor artık yoluna. Ama Allah c.c. ölümle insanları mahzun etmiyor, geride kalanları sefil etmiyor, hayatın içindeki hakikatleri gösteriyor yavaş yavaş.

Bir şeyi alırsa, birden fazla nimetler veriyor yarattığı tüm canlılara. Aslında kader dediğimiz olgu çok büyük sırları yükleniyor sırtına.
Bir çocuğun doğum zamanı ayarlanıyor, bir güneşin batışı, bir meyvenin olgunlaşması, bir varlığın ölümü, iki insanın bir anda karşılaşıp birbirlerini sevmesi, yağan yağmur, açan çiçekler, kazanılan zaferler ve karşısında mağlubiyetler her şey tespih tanesi gibi sıralanmış.

 Bizler ancak olaylar vukuu bulunca anlayabiliyoruz.
Yaşayacağımız çok şey var belki, ya da son demlerimizi geçiriyoruz. Bir saniye sonrasını göremiyor insan. Hayatın içindeki nimetler ve müsibetler insana bir sürpriz. Ama içinden hiçbir vakit şer çıkmıyor.
Tevekkül ipine sarılınca insan hakikatleri farklı bir pencereden bakıyor. Başına gelenlere üzülerek kendini paralamak yerine kalbini ‘Kalbin Sahibine’ yaslıyor

.
Tüm olumsuzluk ve kötülüklere rağmen hayatta, iyilik ve fedakârlık kazanıyor. Sevmesini bilip sahip çıkana hayat daha geniş geliyor.

BETüL’üN öRTüSü


Okuldaki hademe, bahçede oturan küçük kıza yak­laştı. Belli ki haderne de bıkmıştı. Küçük kız, okul çan­tasını sağ yanına bırakmış, iki elini yanaklarına daya­mış, dirseklerini dizlerinin üzerine dikerek öylece otur­muştu. Gözleri gelen hademenin üzerindeydi.
“Kızım, Müdür Beyokulun bahçesinin dışına çıkma­nı istiyor” dedi haderne. öğrenciler, öğretmenler ders­teydi. Betül’ün gözü Müdür odasının penceresine kay­dı. Müdür Bey camın ardındaydı.
   “Müdür mü söyledi? Benim için fark etmez” dedi,
çıktı.
Haftalardır bu oyun tekrarlanıyordu. Okul bahçesi­nin dışına çıkıyor, eline aldığı kitabı öğle vaktine kadar
   okuyordu.
Okul Müdürü:
“Kızım, hala inadından vazgeçmedin mi?” “Benimkisi inat değil ki. Sizinki…”
“Biz burada devleti temsil ediyoruz, devletin kanun­
larını uyguluyoruz. Gel de vazgeç. Bak, arkadaşların efendi efendi derslere devam ettiler. Sen onlardan da­ha çok mu daha dindarsın. Sınıfına girerken çıkar, çık­tığında tekrar takar gidersin.”
“Hayır efendim, yapamam. Beni öyle kabul edin. Ben başörtümü çıkararnam.”
Aynı hikaye… “Kızım eğer başını açıp okula devam etmezsen seni şikayet ederim. Mecburi sekiz yıllık eği­timi almıyor, diye mahkemeye verileceksin. Senin için
   kötü olur. Baban ceza alır.”
“Ne olacaksa olsun” dedi Betül.
“Sen bilirsin, benden günah gitti” diyen Müdür dö­
nüp gitti.
   öğle vakti okuldan çıkan arkadaşlarıyla beraber eve
dönüş yolundaydı, siternkardı.
   “Beni yalnız bıraktınız. Onların zulmüne boyun
eğdiniz. “
   Bir süre kimse cevap vermedi. Kızlardan büyüğü
olan hatalı olduklarını kabullenerek sözü aldı.
   “Dayanamadık artık. Evde anne, baba… Okulda
Müdür. şaşırdık kaldık. İstemesek de mecbur olduk.”
   “Nasılsa son senedir, bitirsek tamamdır” dedi
küçüğü.
Betül, arkadaşlarının ızdırap çektiğini biliyordu. ön­celeri on kişi idiler. Bazıları hemen başörtülerini çıkar­mış, kimisinin ailesi ise kızlarını artık okula göndermi­yordu. üç kişi direnmişlerdi. Nihayet bu hafta yalnız başına kalmıştı.
Eve vardı. Akşam olacakları düşünüyordu. Müdür,
muhakkak babasına haber verirdi.
Babası Cebbar Bey, eve yetişir yetişmez köpürmüştü.
   “Ben, senin okula devam ettiğini biliyordum. Meğer
gidip okulun önünde durup geliyormuşsun. Seni baş belası kız.” Hıncını alamadı. Bir tokat indirdi.
Sakine Hanım, kızını çekip diğer odaya aldı.
“Kızı öldüreceksin.”
“Hep sen şımartıyorsun, bir de mahkemeye versin­
ler o zaman sizinle görüşürüz.”
Betül, odasında hüngür hüngür ağlıyordu. Bunu du­yan küçük kardeşi Hasan, ablasının yanına gelip otur­du. Bir süre öyle kaldılar. Sonra da ablasından ödevini yapması için yardım istedi.
Günler birbirini kovaladı. Korkulan olmuştu. Ceb­bar Bey mahkemeye çağrılmıştı. Yanına kızını alarak gitti.
Hakimin odasında kasvetli bir hava vardı. Hakim kızgın sözcüklerle karşısında el pençe duran, üşengen kızcağızı hırpalarcasına sorguluyordu.
   “Niye okula devam etmedin, orta öğretirnin zorun­
   lu olduğunu bilmiyor musun?”
   “Biliyorum efendim. Okul idaresi bırakmadı.”
“Ne demek bırakmadılar. Okula devam etmediğine dair bizzat Okul Müdürü şikayette bulunmuş. Yanlışlık mı yapmış?”
   “Ben, her gün okula gittim. Başörtülüyüm diye al­
madılar. Sonra da eve dönüyordum.”
“öyle mi?”
“Evet efendim.”
“şimdi sen, başındaki şu bez parçası yüzünden mi
okulu bıraktın?”
“Efendim, bu örtü inancım gereği.”
   Hakim’in içinden örtüyü çekip başından almak gel­
di; ama bir an için hukuk adamı olduğunu hatırladı. Duygularını karıştırmamalıydı.
“Sen, henüz çocuksun. Ne anlıyorsun inançtan. Yoksa ailen mi okumanı istemiyor? şu an burada kim­se yok, babanı dahi içeri almadım. Eğer ailen baskı ya­pıyorsa bana söyle; devlet gereğini yapar.”
“Ailemin baskısı yok. Ben kendi isteğimle örtün­düm. örtünrnek dinimin emridir. Açılıp okula gitmek­tense böyle kalmayı tercih ediyorum.”
   “Kafası doldurulmuş kızın” diye düşündü. “Ne dini
kızım, yanlış töreler bunlar.”
   Hakim, kızın aile tarafından korkutulmuş olabilece­
ğini düşündü.
“Çıkabilirsin” dedi. “Babasını çağırın!”
Cebbar Bey, mahcubiyet içinde gelip durdu.
“Siz mi okula gitmesini istemiyorsunuz?”
“Ne münasebet Hakim Bey. Onu o kadar zorladım. Hatta dövdüm. İnadım inat deyip başındaki örtüyü Çı­karıp okula gitmedi. Belki siz bir şeyler yaparsınız, ikna edersiniz. “
Kızın inatçılığı mı, kararlılığı mı her neyse Hakim’in de tuhafına gitmişti. önünde duran kağıtlara bakarak konuştu.
“Beyefendi, anlaşılan kızınız kendisi okula gitmek istemiyor. Yapabileceğimiz bir şey yok. Biz kanun ada­mıyız. Bana kalsaydı zorla okula götürürdüm. Biz de yetkimizi aşamayız işte.”
Mahkeme öylece bitti. Cebbar Bey, kızını çimdikle­ye çimdikleye, tehdit ederek eve getirdi. Kapıdan girin­ce kızını bir eşya gibi içeri fırlattı. Hanımına döndü:
“Senin kızın Hakime kafa tutuyor. Hakimin kim ol­duğunu bilmiyor. Hakim, devlettir devlet. Allah’tan ce­za almadık. Bir baş belası işte. Bu kız kime çekmiş an­layamadım. Varsın artık ne yaparsa yapsın. İlk isteme­ye gelene hemen vereceğim gitsin” diye söylenip
   durdu.
Evde Çıt yoktu. Cebbar Bey sinirli sinirli evi terk etti. Betül, odasına kapandı, bu küçük bedeniyle bunca
baskı ve zulüm görmesi onu yıpratıyordu. Babası…
   Okul Müdürü… Hakim… nedir bunlardan çektiği?
Annesi kızının omuzlarına dokundu.
“Ağlama kızım. Baban sonra yumuşar.”
“Benden ne istiyorlar? Ya babam?”
“Ah kızım, bilmiyorum ki. Sen de fazla inat etme­
sen, hani diyorum bir seneciktir, başını açıp okusan. Bunca dert başımıza gelmezdi.
“Anne, sen de mi? Anne günahtır. Hz. Ayşe örtü­lüydü. Hz. Fatma örtülüydü. Allah Kur’an’da emretmiş. Ben niye başımı açayım ki?”
   “Kızım biliyorum günahtır. Fakat herkes de bir gü­
nah işliyor.”
   “Anne, onların tarafına mı geçtin? örtünmeyi sen­
   den öğrendim. şimdi bana “çıkar” diyorsun.”
   “Ben öyle demiyorum”
   “Benim örtümün onlara ne zararı var. Madem ki bu
bir bez parçasıdır, o zaman bu bez parçasından niye korkuyorlar. Beni okula almıyorlar.”
   Gözlerini yukarı dikti. “Allah’ım Senden başka yar­
dımcım yok”, der gibiydi.
Annesi sessizliği bozdu.
“Evde oturup ne yapacaksın?”
“Boş durmayacağım anne, yapacak işlerim var.” “Hadi bakalım. Allah hayırlısını verisin.” Kızını ku­
cakladı, başından öptü çıktı.
Betül için okul hayatı bitmişti. Ama o hayatı bir okul olarak görüp çalıştı. Evde genelde odasındaydı. Küçük kardeşine ödevlerinde yardımcı olurdu. Babasındaki öf­
ke durulmuş gibiydi. Evde pek göz göze de gelmezlerdi.
Aradan bir yıl geçmişti. Cebbar Beyoturma odasın­daydı. Sakine Hanım elinde bir davetiye kartıyla
   yanaştı.
“Bey, müftülük bizleri davet etmiş.” “Ne daveti, ne müftülüğü?” Garipsedi, alıp okudu. “Ne içinmiş?” “Betül ile ilgili, yarışma varmış.”
“Betül ile ilgili mi?”
“Haberin yok mu? Kızın bir yıldır Müftülüğe ait
Kur’an Kursu’na devam ediyor.” Kızının katıldığı oku­ma yarışmasından bahsetti.
Cebbar Bey, kızının Kur’an Kursu’na devam ettiği­ni yeni duyuyordu. Bazen elindeki Kur’an’la görmüştüama komşu kadınlardan ders aldığını sanmıştı. Sorma gereğini hissetmemişti. Kızı saatlerce odasına kapanır­dı. Bir defa odasına girmiş, masada açık duran Kur’an’ı
   ve bir kaç da dini kitap görmüştü.
“Gelmem şart mı?”
“Seni bilmem; ama ben gideceğim.”
“Hele bir yarın olsun. Zamanım olsa uğrarım. Saat
kaçtaymış, neredeymiş?”
Elindeki karta bakıp okudu. Müftülüğe bağlı Kur’an Kursu’nda bu sene hafızlığı bitiren öğrenciler arasında yarışma düzenlenmişti. Bu, gelenek haline gelmişti. Be­tül, bir senede olağanüstü çaba sarf ederek hafızlığınıtamamlamıştı. Oysa çoğu arkadaşı üç yılda ancak hafız olabilmişti. Bu yarışmada hem ezber, hem düzgün ve güzelokuma değerlendiriliyordu.
Yarışma başlamıştı. Sıra Betül’e geldi. önce, ko­nuklara baktı. Annesi ona gülümsedi. Demek ki babasıgelmemişti. Kalbinde bir burukluk hissetti. Okumaya başladı.
Cebbar Bey geç geldi. Gözleri hanımını aradı. Onu bulunca ön tarafta hanımının yanına ayrılan boş yere oturdu. Yerler ailelere göre belirlenmişti. Gitti, hanımı­nın yanına oturdu.
   “Epey geç kaldın” dedi Sakine Hanım. Gözleri sah­
   nedeydi.
   “Ancak Hanım. Peki, Betül nerede?”
   “Kızın sahnede Bey, kızının sesini tanımıyor
musun?”
Cebbar Bey, gözlerine inanamadı. Hiç dikkat etme­mişti. Kızının ne güzel sesi vardı. O da mı yarışmacıy­dı? Merakı büsbütün arttı.
   “Betül gözlerini sanki kapatmış okuyor, ben mi yan­
lış görüyorum?”
   “Bey, senin kızın hafız olmuş. Yani Kur’an’ın hep­
sini ezberlemiş.”
Gözleri kızında kal!rken, düşünceleri geçmişe gitti. Kızına ne kadar da çok hakaret etmişti. Kızının bu du­rumuyla övünme hakkı var mıydı? Duygulandı. Kızının odasına kapanmaları, o açık Kur’an, demek ki hepsi hafızlık içinmiş, yeni anlıyordu.
   Yarışma sonuçlandı. Jüri üyeleri puanları açıkladı.
   Yarışmanın birincisi Betül olmuştu.
   ödül olarak hafızlık belgesi ve bir altın verilecekti.
Betül çağrıldı. ödülü kendisine verilirken gözleri an­
nesini aradı. Annesi ayakta sevinç gözyaşlarını siliyor­du. Hemen yanında babasının da biraz sevinç biraz da mahcubiyet duygularıyla gözlerinden yaşlar akıttığını farketti. Gözgöze gelince bakışları Betül’ den özür diler gibiydi. Aslında bu gözyaşları Betül için alınan en an­lamlı ödül idi. Aklına son okuduğu kitaptan cesaret ve­rici satırlar geldi:
“Hayatta tek seçenek yoktur. Insanın her zaman ba­şarıyla yapabileceği bir şey vardır. ınanmak yeterlidir.”

 BİLAL YARICI

Bugün bir başka bakın aynaya…

Bugün bir başka bakın aynaya sanki ilk defa görüyormuşsunuz gibi kendinizi…ne kadar itinayla yaratılmışsın değilmi…bir tebessüm gülü kondur dudaklarına düşün ki güller gülü gül Sevgilinin mirasıdır tebessüm… onu taşımanın ona özenmenin güzelliğidir bu… nasılda yakışdı değilmi yüzüne ,güller açtı tebessümle birlikte…
yüzünüzdeki tebessüm gülleri hiç solmasın… 
 

Unutsak dünyayı, âmâ olsak, dilsiz olsak bir ân için sadece “HAK” deyip sussak, dinlesek; ne der ki kalb?….

Sadece “Hak” deyip sussak…
Dil “Estağfirullah” dedikçe tesbih kavrulur ve kalbde geri dönülmez bir göç başlar. Nedâmet yağmuru altında bir terkediştir bu mâsivâyı. Mîrâcına yaklaştıkça bir yangın kuşatır kulu; her kapandığında şefkatin kaynağına.
 Âşık bir de yandı mı İbrâhim gibi en hayâli saâdeti bağışlar mâşuk ona. “Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak! Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allâh çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (eş-Şûrâ sûresi, 5)

    Ve birgün beyaz giysili bir sonla tükenir fânîlik. Dayanılmaz bir acze düşer can. Ve yalvarır kul: “Yetiş sevgili YÂ ALLÂH, her ilmekte YÂ RAHMÂN, çek canımı aşka YÂ GAFFÂR…”   

  Yaşayabilmek; zarif bir hüzünle, bütün incelikleriyle hayatı sanata dönüştürerek yaşayabilmek. Sevgililer sevgilisinin “Reyhanlarım” kavl-i şerîfinin muhâtabı gibi yaşayabilmek. Öyleyse ne sanarız bu efkâr mahzenini, imtihan dâiresini?
 O hâlde neden buradayız? Bu beyhûde uğraş, bu aşka mugâyir aşk niye? Ey insan, her gün gözlerini tutup sabaha çeviren bir kudret var, uyanmaz mısın? 

  Şu merhalelerini aşmış, kehribar sarısına dönmüş çavdar dahî güneşi sırtlanmış ölüme büyümüyor mu? Yüzünü güneşe çeviren çiçeklerin bile kökü toprağın bağrında değil mi?

    Yeryüzü sürgün edilse merhametinden, çöllerine düşsem, sürünerek bile olsa, terk edip ben de beni sana gelirim. Bir süveydâ büyür içimde çağ, çağ. Ve secdeler en yakın mesafeyken visâle, dokunaklı bir terk ediliş değildir istirhâmım; biraz mutluluk ihtimâli, ne olur…

    Şaşkınsak; sebebi boğucu bir yokluk içinde, yâni dardaysak, bir başımızda elîm bir azap, bir başımızda korku ve aşk duruyorsa yâni şimdiden yanmadaysak.
Nerde olursan ol, sonu ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin; hüküm O’na ait, şükür ve sabır düşer kul’a.

    Açsak Kabe’nin avlusunda katlı seccâdemizi, bambaşka bir titizlikle düzeltsek kıvrılan köşesini. Aldığımız abdest henüz kirpiklerimizde kurumadan, diz çöküp otursak ellerimizi açıp. Unutsak dünyayı, âmâ olsak, dilsiz olsak bir ân için sadece “HAK” deyip sussak, dinlesek; ne der ki kalb?
 
  Kulun Rabbi için döktüğü her damla gözyaşında kalbin derûnunda nurdan bir güneş parlar. Çöller bile sevdirilir kula. Ve yeniden şehâdet eder her zerre.

    Suçluluk kelimesini boşlukta bırakacak kadar hatânın zirvesinde olup, masumluğun mücadelesini vermektense; masum kelimesini boşlukta bırakacak kadar masumluğun zirvesinde olup suçlu muyum muhâsebesini yapabilmenin idrâkine eren fazîletli insanlara ve taşmış bir potansiyeli ile gözbebeklerine gedik açan ufkun, gündüzünden gecesine, beklenenin bekleyenini unutmadığı, dem dem ağırlaşan ayaklarına ve kurumuş nabızlarına bir gün değecek olan suya mütebessim sabır erleri; Cennetin kapısını ilk açacak el; Sevgililer sevgilisinin eli, sen de bu açılışa katılmak istemez misin?!.

    Îtiraz gülleri açtıkça gözlerimizin karanlık odalarında; onları kırıyoruz, bir yetimi kırar gibi. Hesap edilmemiş bir ışık ardında ağlıyor aşk, bizi terk eder gibi.

 
Ayşe Şûle Bekar

Allahın bizleri sevdiği ispatlanmış bir hadisedir…

 

Allahın bizleri sevdiği ispatlanmış bir hadisedir.

Asıl bizim bu dünyaya gönderilmemizin gayesi Allahı sevip sevmediğimizi ispat etmek içindir. Zira yokluk aleminin karanlıklarından varlık aleminin en nurani tepelerine çıkarıp, bizi Müslüman yapıp ve yine kimseye açmadığı esmasının tecellilerini 6.5 milyar içinde bize açarak bizi sevdiğini ispatlamış olmuyor mu?

Bir düşünün, sevmediğimiz birisine neden özelliklerimizi, sevdiğimiz şeyleri, sevmediğimiz şeyleri anlatalım ki? Onunla muhatap bile olmayız değil mi?

 Hem Allah bizi sevmese ve itimat etmese bir çok mahlukuna vermediği yüzlerce organı neden bize versin ki ve neden özellikle akıl, ruh, kalp, vs..gibi kıymeti, kainat ağırlığında olan lüks mücevheratı boynumuza taksın ki? Birisinin bizi sevmesinin ölçüsü bize verdiği hediyenin kıymetiyle doğru orantılı değil mi?

Biz bu dünyada peşinen aldığımız bu nimetler karşısında Allahı sevme ve Ona itaat etme sınavına tabi tutulmuşuz. Allahın sevilmeye layık olduğuna zaten bizler iman edeceğiz.Bu bizi ilgilendiren bir durum.

Bazı şeylerin bize perdeli gelmesi sınavda olmamız nedeniyledir. Allahın elmayı bizzat elimize vermesi belki gönlümüze daha hoş gelebilirdi. Kendimizi, daha çok sevilen olarak hissettirebilirdi. Ama ağaçtan vermesi de bundan farksız değil mi? Zira ağacı, elmayı yapmada iktidarsız bırakması zaten buna delildir.

O halde bir tür okuyamama problemiyle karşı karşıyayız. Sizi çok iyi anlıyorum. Gerçekten iyi okunmadığında, altından kalkılması zor bir durum. Ama herhalde zihnimizde bir tür toptancı bir anlayış var. İnsanların içinde kaynadığımızı zannediyoruz. Sanki bize özel bir şey yokmuş gibi… Yine birisinin bizi sevme derecesi “bize özel” ikramlarıyla doğru orantılı görüyoruz. Ama emin olun etrafınız yalnızca size özel ikramlarla dolu…

Örneğin yaşamanız. Siz bunun fabrikasyon bir şey olduğunu mu sanıyorsunuz? Hemen bir biyologla konuşun. Ya da bir fizikçiyle veya bir doktorla veya kitaplarla… “zira okuduğunuz fenlerden her fen lisan-ı mahsusu ile” size bunu ispat edecektir.

Örneğin; sizin bu soruyu sormanız için gerekli olan hayatın hikayesinin 14 milyar ışık yılı önce başladığını biliyor musunuz?

Yani evren o müthiş patlama ile yaratılmaya başladığı anda 10 üzeri 45 santigrat derece sıcaklıktan yaklaşık 5 milyar yıl öncesine kadar genişleyerek -233 derece sıcaklığa düşmesinin sizin hayatınızla münasebetini biliyor musunuz? Bütün uzayın o sıcaklıkta bırakılması dünya gibi bir gezegenin yaratılması için en önemli ve ilk şart olduğunu bugün bütün fizik dünyası açıklıyor. Yani sizin bu soruyu sormanız için evren bu sıcaklığa gelmek zorunda…

Dünyamızın yaratılması emin olun bize özel. Çünkü bizim bu dünyada insan olarak hayatınızı sürdürmemiz biyologlara göre 250 milyonda bir ihtimaldir…

Hadi doğduk… Bize aklın verilmesi ve yine Müslüman olmamız aklı çatlatacak ihtimal oranlarıyla önümüze gelmiş. Ve verilen bu hayatın devam etmesi bütün kainatın tıkır tıkır işlemesi gibi sayıların aciz kaldığı bir ihtimal oranı ile bize her an ikram ediliyor Ve hayatımız devam ederken güneşin göz bebeğimize vuran ışık öpücüğü… Bunun bize özel olduğunu anlamak istiyorsanız körlere bakın, felçlilere bakın, geceden gündüze çıkamayan yani o gün güneşi görmeden ölenlere bakın. Emin olun bu size özel…

Bütün bunların dışında yalnızca size özel iltifatlarda var. Parmak iziniz, kan grubunuz, ses tonunuz, göz bebeğiniz ve her şeyden öte kimseninkine benzemeyen kaderinizle…

Yorgunum Yorgun Ey Hayat

Yorgunum Yorgun Ey Hayat

Her sonbahar gelişinde dökülür yapraklar birer birer, her biri bir tarafa savrulur…
“Hazan mevsimi, doğanın da ölüm mevsimidir” derler… “Elveda zamanı, hüzün mevsimi, ayrılık mevsimidir” derler. Oysa ben mevsimler içerisinde en çok sonbaharı severdim bir zamanlar. Uçurum kenarlarında açan sarı sarı çiçekleri bir de, çiçekler arasında. Düşme tehlikesiyle de olsa uzanıp kokusunu içime çekerdim yudum yudum, nefes nefes… Hayatın bütün derinliğini, dinginliğini, gizini orada ve onlarda bulurdum…

Dalından ayrı düşen her yaprağın hüznünü yaşıyorum şimdi ey hayat! Sararmış, gazel olmuş, solmuş ve rüzgarın önünde savrulan yaprakların hüznünü… Gönlümde sonbahar rüzgarları esiyor, şarkılar daha bir içli çalıyor şimdi , gönlüm yorgun, gönlüm küs, gönlüm suskun… Boğazımda düğüm düğüm hasret, bulut bulut gözlerimde çakıyor şimşekler…

Gurbetten gurbete savrulan insanların iç acısını duyuyorum içimde her sonbahar gelince… İçimden kopan her duygu kırıntısı yüreğime batıyor…

Yapraklar gibiyim ben de ey hayat, her sonbaharın gelişiyle beraber bende sonbaharı yaşıyorum, sonunda ilkbaharın müjdesi olsa da… İlkbaharda çayırlar yeniden yeşillenip, ağaçlar filiz sürse de, çiçekler yeniden süslesede dağları, kırları, ovaları. Ben hep güzdeyim…

Her baktığımda soluk sarı yapraklar gibi duruyor aynalarda ki yüzüm, içim, dışım sonbahar ey hayat. Bütün anılar yaprak yaprak sokaklara dökülmüş. Kardan bir kefenle kocaman bir dağ gibi gelip oturmuş göğsümün üzerine hüzün… Yorgunum, çok yorgun ey hayat, vefasız dünyanın ihaneti beni bitirdi…

Bilirim ne yapsamda bir sonbahar yaprağına yazgılıyım, değiştiremiyorum yazgımı… Acılara, hüzünlere, sevdalara, sararmış yaprakların rüzgardan savruluşuna yazılmış adım neylersin. Terkedilmiş evlerin hanelerine, yıpranmış defterlerin sayfalarına yazılmış adım…

Bilirim sonbaharların sarı kaderine yazılmış sonu hazin küçük bir öyküyüm ben, kimselerin açıp okumadığı bir kitapta; üzerine hüzün tozları serpilmiş kederli gecelerin sonbahar rüzgarlarıdır belki de; bütün bu yaşadıklarım… Ki, sonbahar yaprakları gibi dökülüp, dökülüp savrulup gidiyor ömrüm elimden…

Yalnızlığın en derin uçurumuna yaslanmış kalmışım yangın yüreğimle ey hayat. Sonunda gücüm tükenip düşeceğim belki ya da kendi yüreğimden taşınıp gideceğim kimsenin bilmediği, ulaşamadığı, uğramadığı bir yüreğe…

Varsın karanlık geceler yokluğuma ağıt yaksın, sahte sevgilerle avutsun hicranımı zaman…

Kaç yıldır ki, yaşamın uğramadığı mezarlıklar gibiyim, içime binlerce ölü gömülü. Dolaşıp duruyorum ağaçların dökülmüş yaprakları arasında, sonbaharın sarı soluk yüzüne sürüyorum yüzümü yaprak yaprak… Ağaçlara baktıkça nedenini bilmediğim ama acısını duyduğum sararmış hüzünler kaplıyor içimi.

Bilmem bu kaçıncı çığlığımdır ey hayat, sesimi duyuramadığın . Bilmem bu kaçıncı imdat…

Şimdi vurulmuş bir kuş kanadı gibi duygularım, sığınacağım dal da yok. Yıpranmış, paralanmış eski bir giysi gibi duruyor üzerimde ömrüm… Her ihanet onulmaz bir yara açtı yüreğimde, ne yapsam durmuyor kanama. Kahretsin…

İçimin yaşayan sevinçli yanını öldürdüler ey hayat, hüzne bulandı her yanım, ben ki sevinç rüzgarları doluydum bir zamanlar sevgi dağlarında, sevgi eserdim gece gündüz yüreklere, yüreklerden dağlara, ormanlara, sokaklara. Şimdi ihanetin kara bulutları kaplamış göğümü, güneşli günlere hasretim ey hayat…

Ellerine kapanıyorum şimdi, anla beni, al beni… Bir sonbahar yaprağı gibi bekletme son yaprakta. Bırak alıp götürsün beni sarı yapraklarıyla sonbahar rüzgarları, yapraklar gibi savurup savurup götürsün uzaklara…

Bir varmış bir yokmuş diye başlar bütün masallar. Ellerim soğuk şimdi üşüyorum, bedenim,dudaklarım buza dönmüş…

Yokumsa beni ey hayat, doğmamış gibi…Sayki hiç yaşamadım, tatmadım, acıyı, ihaneti. Masalım da olmadı sonu mutlulukla biten. Gökten üç elma düşmesini beklemiyorum artık, yorgunum ey hayat, yorgun…

alıntı

Ya ilahi aynam kırıldı…

 

İlahi !… Yüzümü Seçemiyorum…

İlahi!…

Aynam kırıldı. Ellerim taş atmaktan yorulmadı; Sen ise bağışlamaktan… Ne kadar yücesin İlahi!…

Bir ışık son ışık kaldı göğümde. Ayetler reklam aralarında iniyor artık evimize. Biliyorum çalmaz melek kapımı (zı) ; çocuklarımı (zı) ayrı tut amel defterim (iz) de. Çünkü onlar masum biz ise kirli.

Yüzüm (ü) kimin yüzüne sürsem artık ağlamıyor kimse. Herkes plastikten kulluklar sunuyor bize. Dayanamıyorum… Ellerime bir taş alıp atıyorum yüzüme. Parçalanıyor gök ve yer. Kıyametimi kendi ellerimle yaşıyorum şehrin şuh kokulu ellerinde. Ellerim ellerine değiyor şehir tenine. Şehir devriliyor üstüme çanak antenleriyle. Çanak tutuyor kulluklar erotizme.

İlahi!…

Aynam kırıldı. Ellerim taş atmaktan yorulmadı; Sen ise bağışlamaktan… Ne kadar yücesin İlahi!…

“Afrikada öldürülse bir yerli; canı bende çıkıyor, seni bildim bileli”… diyordu şair. Ben ölsem kimde canım çıkar diye soruyorum kendi kendime. Cevabını bulamıyorum İlahi!… Bir tek kulluğumuza talip günahlar sahip çıkıyor bedenimize. Kirlendikçe şair oluyoruz artık bu demlerde.

Atılan her taş aynama çarpıyor artık. Her kelime sahte bir yüz geçiriyor düşlerime. Senin isimlerin aynada kırık bir çizgiye dönüyor nedense. Günahlar kuşattı bizi. Kalelerimiz, yani kardeşliklerimiz, ayetlerimiz, elçilerimiz tek tek düşüyor. Birde koynuna düşüyor kadınların yıldızlar tek tek. “Biz” yok artık İlahi!… Kulluklarımız bile şöhrete muhtaç. Onun için dilekler artık çaputlarla ekranlara bağlanıyor.

Bir damla düştü göz bebeğime. Kanlandı. Günah işlemekten yorgun düşmüş ellerim çanaklandı. Çırpınıyor ruhumuz; ama zevkten. Herkes aynı ipe sarılmıyor artık; aynı ipte çekiliyor kardeşlikler. Umudumuz artık başkalarının günahları oldu.

İlahi!…

Aynam kırıldı. Ellerim taş atmaktan yorulmadı; Sen ise bağışlamaktan… Ne kadar yücesin

İlahi!…

“Habibim… Giyim-kuşamı ve konuşması seni etkileyenler var aranızda. Onlar giydirilmiş kütük gibidirler…” diyorsun bir ayetinde. Ben hiç giyim-kuşamımla etkileyemedim çevremi. Ama kelimeleri ve konuşmayı giydirebildim her zaman.

Kendimi cehenneme atılacak kütük gibi hissediyorum. Tek umudum bu kütükten kalem ve kağıt olup senin salih kullarının elinde sana hizmet etme fırsatı vermen.

Kadir gecesine erdiysek. Bu fırsattır biliyorum Rabbim. Fırsatlardan bile günahlar devşiren bir ruh halimiz var artık. Müslümanlar arasında tanınmayı senin rızana tercih eder olduk günlük hayatımızda.

İlahi !

Aynam kırıldı. Ellerim taş atmaktan yorulmadı; Sen ise bağışlamaktan… Ne kadar yücesin İlahi!…

Servet Hocaoğulları

Yusuf’san önce sevmekle başlayacaksın çileye…

 

Yusuf’san önce sevmekle başlayacaksın çileye…


Öyle bir seveceksin ki; şüphe olmayacak içinde…
Öyle saf, öyle temiz olacak işte…
En yakınların kesecek başını…
En yakınların itecek seni karanlıklara…
En yakınların yakacak her zerreni…
Ve sen güzel görecek, güzel bakacaksın her şeye…
Dedim ya;
Yusuf olmak zor çok zor…

Bu dünya perdesinde Yusuf olmayı seçtiysen, önce dar kapılardan geçeceksin…
Dört duvara dokunacaksın, her köşe başında bir kuyu olacak sen girecek sen çıkacaksın…
Her çıkış bir başlangıç, her düşüş bir devrin bitişi olacak…
Ve O’ndan başka kimseyi imdada çağırmayacaksın…
Zindanların yakın edecek bütün yaratılmışı…
Dağlar yoldaşın, taşlar arkadaşın, kuyular sırdaşın olacak. Önce sıla yakacak içini…
Sonra adı hasret olan tüm özlemler gelecek peşinden… Sabırla başlayacak dünya sürgünün…
Yusuf olmak zor çok zor…

“Nurunda hoş, narında” diyeceksin…
Tüm ateşleri gül diye tutacaksın…
Kor önce avucunu, sonra yüreğini yakacak, susacak susacaksın
“ Ah” demeyi bile çok göreceksin diline…
Şikâyet kapılara gelip gelip gidecek eski yerine…
Sevmenin ne zor olduğunu elbet anlayacaksın…
Yusuf olmak zor çok zor…

Köle olup önce pazarlarda satılacaksın…
Saraylara ayağında kelepçeyle gireceksin.
Toprak değecek tenine, rüzgâr savuracak tanelerini gözlerine…
Kimse inanmazken sana, yitirmeyeceksin hiç ümidini…
Hamken yanacak, yandıkça pişeceksin, “Elhamdülillah” kemerini kuşanacaksın…
Çileden geçmeden gidilmez hiçbir yere…
Çekecek çekecek hep pişeceksin…
İmtihanı öyle kolay olmayacak aşk yolunun…
Her adımda bir kez daha bileneceksin.
Yusuf olmak zor çok zor…

Her yanışında anlayacak; Yusuf olmak zor diyeceksin…
Sonra aşkın ne zehir olduğunu tadacaksın,
Kılıçtan keskinliğini, nankörlüğünü, acizliğini…
Yolun zindanlara düşecek, edep perdesinin ardında bekleyeceksin…
Beyaza değen siyah temizlenene kadar sürecek bekleyişin…
Öyle kolay olmayacak siyahtan arınmak,Yani seneler sürecek bekleyişin…
Kapılara asılacak Yusuf gömleğin, Bakıp bakıp, eğeceksin başını…
Ama mahcubiyetten değil, yine edepten olacak sakınışın…
Ne zamanki sebepler kapısını kapatıp tümden,Dönünce yüzünü Rahmana bir haber gelecek gaybtan:
“Yusuf tertemizdir günahtan”
Sultanlığın yolu zindandan geçecek,bileceksin…

Dedim ya;
Yusuf olmak zor çok zor…
Yusufken sultan olmakta zor…

Hele Yusuf’un Yakup’u olmak, işte o hepsinden zor…