İman gönül demek, sevda demek, aşk demek…

 

O´na c.c. dönsün yüzün
O’na Dönsün Yüzün

Sevgilinin sevdiklerine yol bulup varamadığında oraya bakıp bakıp iç geçirmek, O’nu anmak, anmak ve yanmak… Bir kez varınca iştiyakla el vurup, yüz sürüp döne döne, yana yana ağlamak… İşte sevmek böy…le bir şey…

Sevmek başka bir şey, anlatılmaz.
İnsana öyle şeyler yaptırır ki akıl almaz.
O ateş düşmeye görsün yüreğine, sel önüne düşmüşsün gibi sürükler seni.
Durup dururken ağlatır insanı, ufuklara baktırır uzun uzun.
Kim koyar bu sevgiyi içimize?

Kim kanatlandırır bu yüreği?
Göremediğimiz, tutamadığımız duyguları sıcak su gibi bütün zerrelerimize indiren kim?
O bize bizden yakın, bizi bizden çok seven biri.

Sevginin, sevgiyle çarpan kalplerin yaratıcısı; en sevgili.
Kalbinde kim var aklından neler geçer, hepsini bilen, sen unutsan da asla unutmayan sevgili…
O’na iman, O’nun sana sevgisine karşılık demek.

İman gönül demek, sevda demek, aşk demek…

Bu aşk neler yaptırır adama, nerelere götürür? O’nun sevdikleri, değer verdikleri nasıl kıymet kazanır gözünde… O’nun sevdasına, O’nun dünyalara değişilmez hatırına ne yönelişlerdir onlar… O’nunla ahdine vefa, O’na sadakat, O’na boyun eğiş…

Sevgilinin sevdiklerine yol bulup varamadığında oraya bakıp bakıp iç geçirmek, O’nu anmak, anmak ve yanmak…
Bir kez varınca iştiyakla el vurup yüz sürüp döne döne, yana yana ağlamak… İşte sevmek böyle bir şey…

Mehmet ISIK

İstikamet üzere olmak…

 

https://i0.wp.com/img2.blogcu.com/images/g/e/c/geceylegelen/41648724e5afd0bd36ed8ed7d1ef6782.jpg 
Sürçmelerden sonra yolumuza devam edebiliyor muyuz? 
 
İnsanın bir sağı bir de solu vardır. Yaratılışta insan bu iki yanın ortasında dimdik durur. Bu duruş, insanın yaratılıştaki dengeli duruşudur. Bir yana meylederse dengesini bozmuş, normalini değiştirmiş demektir. Doğru bir yürüyüş beklenemez böyle dengesini bozmuş insandan… Onun için insanda esas olan duruş, hep ortadaki dimdik duruştur.

Ancak dengeli durmayı esas alan insanın bazen ayağı da kayabilir, dengesini bozabilir, hatta sürçüp düşebilir de… Böyle düşüşlerde mühim olan, “Ben düştüm, artık ayağa kalkamam.” demeyip hemen toparlanıp ayağa kalkmak, dengesini yine kurup yoluna devam etmektir… Bu takdirde düşmenin sonucunda fazla tehlike de yoktur. Kalkıp kıble istikametli yoluna devam etmek söz konusudur çünkü… Tehlike nerede? Tehlike şuradadır:

– Eyvah, ben dengemi kaybedip düştüm, ayağa kalkmam imkansız, hatta benden istikametli adam olmaz artık.. diye vesveseye kapılarak hedefine doğru yürüme azim ve aşkını kaybetmek!..

Maalesef, böylesine günah sürçmelerinden sonra kapıldığı vesvesenin etkisinde kalarak dengesini bozup yoluna devam etme azim ve aşkını kaybedenler de vardır.

Halbuki Efendimiz (sas), sürçerek günah çukuruna düşenlerin tekrar dengelerini bulup yollarına devam etmelerini temin için buyurmuş ki:

– İnsanlar mutlaka hata yaparlar. (Yani sürçüp düşebilirler.) Ancak hata yapanların hepsi de şerli insan değildir! Hata yapanların da hayırlısı vardır…

‘Kimdir hata yapanların hayırlısı ya ResulAllah?’ diye sorulunca…

– Hatalarından sonra tövbe ederek aynı azim ve aşkla yollarına devam edenler!.. buyurmuştur.

Demek ki insan bazen bilmeden, bazen de nefsine uyarak hata yapabilir, bu her şeyin mahvolması manasına gelmez, ümidin kesilmesini gerektirmez.

Çünkü hatasından dolayı pişmanlık duyup da dinî hayat ve İslamî hizmetlerine yine devam edenler, Efendimiz (sas)’in ifadesiyle, hata yapanların hayırlısıdırlar. Yeter ki, hatadan sonra ciddi şekilde üzüntü duyup pişmanlık hissetsin. Düştüğü yerde, benden adam olmaz artık, demeden kalkıp İslamî hayatına ve hizmetine aynı azim ve aşkla devam etsin.

https://i0.wp.com/img.blogcu.com/uploads/vuslatsevdasi_normal_baby20finger.jpg 

Bir adam, Hz. Ali efendimize gelir:

– Ben hatalarla mahvoldum, ne olacak halim? diye ümitsiz şekilde sızlanır.

İmam-ı Ali efendimiz de:

– Mahvolacak zamana daha gelmedik, tövbe kapısı henüz kapanmamıştır, tövbe et, yoluna devam et, der. Ümitsiz adam:

– Benim günahım öylesine büyük ki, tövbe ile affa uğrayacak gibi değildir, der.

İmam-ı Ali efendimiz de:

– Hiç düşündün mü, senin günahın mı büyük, yoksa Rabb’imizin affı mı? diye sorar.

Adam duraklar, düşünür, ‘Elbette Rabb’imin rahmeti…’ der.

Bunun üzerine Hazreti Ali efendimiz taşı gediğine koyar:

– Öyle ise der, rahmeti senin günahından büyük olan Rabb’imizin affından ümidini kesme de tövbe edip kıble istikametli yoluna devam et. Adam yine sorar:

– Ne zamana kadar bu tevbe?..

Kitaplık çaptaki cevap şöyledir:

– Tövbe ettiğin günahı terk edinceye kadar!..

Demek ki, bazen sürçüp düşmek insanlığımızın icabıdır. Ancak düştüğü yerde ümitsizliğe kapılıp kalmak insanlığın icabı değil, şeytana tabi olmanın gereğidir.

Bütün bunlardan sonra yazımızın başlığına dönerek şimdi sorabilir miyiz?

– Nasılsınız, sürçme ve düşmelerden sonra hemen kalkıp kıble istikametli yolunuza devam etme azim ve aşkınız tamam mı? Yoksa vesvese hâlâ devam mı ediyor?

Unutmayın, vesvesede hayır olsaydı şeytanı kurtarırdı.

Ahmed Şahin

Efendimiz buyuruyor ki…


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

vuslatı bekliyorum…

 
Tüm gökyüzünü kapladı kara bulutlar ama damla düşmüyor toprağa.Gök gürlüyor hep ama rahmet inmiyor.
Ah bir yağsa..
Sonra seni getirse yağmur.Korunmasız çıksak sonra dışarıya.
SEN ve BEN dolaşsak ıslak yollarda…
Sırılsıklam olsak..
İçimize işlese yağmur ve ruhumuzu doyuruncaya kadar çeksek içimize toprağın rayihasını..
Ve sema ve arz ve ben..
Bekliyoruz hasretle,yağmasını rahmetin..
Toprak bağrını açmış ”hadi” diyor,”hadi,gel artık da bekletme daha fazla beni”.
Evet az kaldı çok az kaldı..
Şimşekler çakmada ve gök gürlemede.Çığlık atıyor sema ama ağlayamıyor.
Haydi ey sema,boşalt içini,atma gözyaşlarını içerine.Ağla,ağla,ağla
haydi.Biz ağlayamıyoruz günahlarımıza,ağlayamıyoruz biz,ağlanılacak hallerimize!..
Sen ağla bizim yerimize..
Gözyaşlarını içerine akıtma da,ağla haydi.Ağla ki;insin rahmet,ağla ki;toprak kansın suya,ağla ki;mahlukat ve nebatat ” Daim-ü Baki’nin huzurunda kıyam edip,’Elhamdülillah’ demekle,kusursuz Cemal-i ilahiye,nihayetsiz Rahmet-i ilahiye karşı hamd-ü sena edip, ‘ İyyakenağbudü ve İyyakenesteiyn’ ”,desin..
Aman Yarabbi!
Damlacıklar mı inmeye başladı ne!
Ey rahmet,
nazlı nazlı da olsa geliyorsun herhalde.
Hoşgelirsin teşrif edersen..
Veee,ve işte Vuslat! Sema ağlamada..
Boşaltmakta içini..
Toprak gözyaşlarını siliyor,semanın..
Ve sen ey güzel dostum! Rahmet insin,bana seni getirsin,kokunu getirsin diye açtım kollarımı,bekledim..
Sen değil de yalnız hayalin gelince;”bir dahaki sefere”,dedim.”Bir daha ki sefere”..Ve beklemeye koyuldum yeniden..
Kapatmadım açık kollarımı..
Beklediğin sevgilinin dönmesi için kolları asla kapatmamak gerekiyormuş,anladım..
Nasıl ki,kalp kapıları kapanınca;ne sevgi ne de sevgili bir daha dönmüyorsa geri,kapatmamak gerekiyormuş kolları da anladım..
Ve inmemesi gerekiyormuş Rabb’e açılan ellerin..
Anladım ve örnek aldım toprağı kendime.
Topraktan öğrenilecek ne çok şey varmış anladım..
Ve toprak beklemişti.
Bıkmadan ve sevgilinin gecikmesinden hiç şikayet etmeden sabır ve aşk ile beklemişti.
Biliyordu çünkü gelecekti..Geç de olsa gelecekti mutlaka..
Ve yanılmadı hislerinde,çıkmadı boşa güveni..
Kalbinin kapılarını hiç kapatmadan beklediği için;”Merhametliler merhametlisi” acıdı toprağın hasretine de,sağanak halde gönderiverdi sevgilisini..
işte ben de seni öylece bekliyorum canözüm..
Hani sen ”toprağım” derdin bana,ben de sana ”ab-ı hayatım”.Toprağa, Merhametliler merhametlisi olan ALLAH,gönderdi hayat kaynağını,suyunu. Şimdi sıra bende..
Ben de inanıyorum ki,bu firak bir Ab-ı Hayat lütfuyla vuslata dönüşecek inşaALLAH.
Evet mavi yüreklim;toprak,sabrına ve sadakatına karşılık vuslatı elde etti..
Biz de sabırla bekleyerek günün birinde vuslatı yaşayacağız inşaALLAH.
Ama o günün mutlaka bir gün geleceğinden emin bir şekilde bekleyeceğiz..
Seninde bildiğin gibi,sadece bizim bildiğimiz toprak ve yağmur değil,burada yazdıklarım..
Anlattığım biziz..
Anlattığım birbirini yalnızca ve yalnızca O’nun rızası için seven iki dost..
Anlattığım,birbirini seven ve sabırla bekleyen iki sevgili..
Anlattığım hayalimiz..
Toprak:biz,Yağmur:CENNET! Toprak:biz, yağmur:yarınlar.
Toprak:biz,Yağmur:mavilere ısmarladığımız umutlar..
Ama toprak ve yağmurun vuslatını yaşamak için bir de prensip vardı,hatırladın mı?
Dur ben hatırlatayım sana:
KOLLARI KAPATMADAN SABIRLA BEKLEMEK …!
Ve unutma;
O kollar:
duaya açılan eller,
O kollar:
Canlar Canı’nın vedasında bizlere hediye bıraktığı,sımsıkı sarılmamızı söylediği ‘EBEDİ NUR’un sayfaları..
Ve o kollar:
benim kollarım..
KOLLARIM AÇIK BİR ŞEKİLDE GELMENİ BEKLİYORUM SABIRLA…
KOLLARIM AÇIK BİR ŞEKİLDE,VUSLATI YAŞATMANI İSTİYORUM..
KOLLARIM AÇIK,SENİ BEKLİYORUM

~~Çizginin Bittiği Yer ~~

 

~~Çizginin Bittiği Yer ~~
 
Hepimiz aynı yöne koşuyoruz. Var gücümüzle. Yanımızda günahlarımız, sevaplarımız.

Çünkü hayat, hep aynı yöne doğru sürdürülen bir koşudur.

Koşu biter; biz biteriz, koşu biter…

• • •

Dünyaya ölmeye gelinir.

Yaşanmaya gelinseydi, koşunun sonu hep yeni yaşamalara çıkardı. Koştukça hayata yaklaşır, bitmeyen ömürleri tekrar tekrar yakalardık.

“Her fâni ölümü tadacaktır…”

Koşuların, hedeflerin, bitirişlerin son soluğunda ölümü tatmak var…

Geldik, gideceğiz… Çare yok. Giderken doğduğumuz günkü gibi saf, temiz ve haramsız olabiliyor muyuz? Kazanç budur. Zor olan, imkânsız görünen budur. Ve inanmak, imkânsızı başarabilme gücü, azmi ve kuvvetidir.

İnanmak, dolu dolu yaşamaktır.

 

https://i0.wp.com/img2.blogcu.com/images/s/a/l/salihamel1/1afqy8.jpg

Aylardan ne, günlerden hangisi, ayın kaçındayız?

Dün kimler göçtü, bugün kaç kişi uğurlandı, yarınlar kimleri çağırmada? Dünler, bugünler ve yarınlar, bizleri hem çağıran, hem uğurlayandır.

Dünler de bitiyor.

Dünler de koşmakta idi bizim gibi… Demek, “dünya zamanı” da ömürlü. Bugün, dünün bittiği çizgi. Bugün ancak yarının sınırına kadar yaşayacak…

Zaman bile sonsuz değil, mekân bile.

Ve insan, zaman ve mekân ile birlikte eskiyor, koşuyor, tükeniyor.

• • •

Zaman, mekân ve insanın benzerlikleri kaderlerinde. Üçü de bitişe hizâlı ve hızlı.

Güneş her sabah bir başka zemine doğuyor; bir gün daha yorulmuş olarak, yorulmuş bularak… Bütün büyümeler sona doğrudur. Kâinat bile büyümekte ve kaderine koşmakta.

Demek ki, yaratılmışların tamamı ölüme yönelik…

Bu ölümde, beraberlikler ve büyüklükler olmalı…

Şair ne kadar haklı.. “Ölüm bunca güzel olmasaydı, Efendimiz ölmezdi…”

• • •

Ölüm bunca güzel olmasaydı, güzeller ölmezdi…

Giden, gitmeyi hak edebilmeli.

Dünyaya yaşamaya gelmek; ölüm varsa, yalandır, yanlıştır…

Çiçekler ölüyor, kuşlar ve ağaçlarla birlikte… Ekinler ölüyor, yamaçlarla, dağlarla beraber… Gün gelecek, ân gelecek, ölüm bile ölecek… Zaman, mekân ve insan ile birlikte.

Ölüm, “ölecekler” tükenince ölecek.

Çünkü, kâinat çapında bir görev sona ermiş olacak.

En son, en başa kardeş olacak.

Sonsuz büyüklükte bir aynaya bakar gibi, en son, en başı; kendini görecek…

• • •

Ölüm “kötü son” değil. Sürpriz netice değil.

Ölüm, koştuğumuz ve ulaştığımız tazeliktir…

Ölümün bir adım ötesi yenilik.

Ölümde konaklamadan ölümsüzlüğe varılmaz.. Ölümde dinleniriz. Ömür boyu süren yorgunluklar orada üstümüzden atılır.

Yaradana ve İki Cihan Efendisi’ne (asm) yorgunluksuz kavuşuruz…

Yepyeni!… ?

~~Gürbüz Azak~~

kalem ve kâğıtla düzelebilir mi dünya, bilmiyorum.
Ya da insan, yani ben; edebiyatla, makaleyle, fikir üretmek, tez hazırlamakla yenilenebilir miyim, onu da bilmiyorum…
Peki, siz biliyor musunuz?
Hangi deterjan, hangi çamaşır suyu, hangi sabun temizleyebilir kirlerini çağın…
Ve hangi leke sökücü sökebilir günahlarını insanın…
Beyne yerleşmiş, kabullenilmiş, kanıksanmış olan tüm yanlışları ne veya kim silip atabilir?
Meydanlardaki putları baltalar kırabilir belki ama, zihinlerdeki putlar, bir Samiri üfleyişiyle tekrar ortaya çıkabilir.
Öyleyse ne yapmalı ve nereden başlamalı insan?
Hangi metotları kullanmalı?
Öncelikle yanlışlar ve doğrular, yapılacaklar ve kaçınılacaklar tesbit edilmeli…
Ya da dünyayı tanımalı önce ve her biri ayrı bir dünya olan insanı…
Nasıldı dünya? Nasıl olmalıydı? Ve nasıl olmuştu?
Siz küçükken daha mı farklı hayal etmiştiniz dünyayı… Peki ya, hayal kırıklığına uğradınız mı hiç dünyayı tanıdıkça… Seneler geçtikçe sizinle birlikte o da mı değişti yoksa… Hiç eskidiğinizi hissettiniz mi peki? Yenilenme arzusu duydunuz mu hiç?
Şöyle bir baktığınızda dünyaya, kimi suçladınız?
Ve kimi görevlendirdiniz dünyanın yeniden imarı için…
Herkes değişmesini ister dünyanın. Ama nedense gayreti başkasından beklerler hep…
Sizce nasıl olmalı dünya?
Dağlar, nehirler, şehirler, köyler, biraz yer değiştirse şöyle…
Kirli hava, çöpler ve atıklar tamamen temizlense…
Yol, ev, ağaç düzenlemeleri mükemmel olsa…
Peki ya, şirk, isyan, küfür, ahlaksızlık…
Yüreklerdeki zararlı maddeler…
Ve kişiyi Rabbinden uzaklaştıran her türlü lüzumsuzluk…
Yürek kirliliğinden tamamen arındırılmış düşündünüz mü hiç insanı?
Ve hiç hayal ettiniz mi böyle insanlarla yaşanan bir dünyayı…
İşte ben, böyle bir hayalle büyüdüm. Ve büyütüldüm. İçinde yaşadığım dünyanın inadına, içimde böyle bir dünyayı yaşattım. Ve annemin hayallerini taşıdım yüreğimde… Bir gün benim için düşlediği o güzel dünya gerçek olacak. Ve korktuğu dünya kirletemeyecek beni…
Çünkü ben, ben olduğumda değişecek dünya…
Ben arındıkça, arınacak… Ben umud ettikçe, umud dolacak…
Ben adım attıkça ve yol aldıkça Cennetlere, Firdevs’e talip olanlar çıkacak…
Ben okudukça ayetleri ve yaşadıkça, yenilenecek dünyam. Yenilenecek dünya… Sadece evimde ve yüreğimde yaşamakla yetinmeyeceğim; Sokaklara taşacak ayetler… Caddelere, şehirlere…
Beni görünce Allah’ı hatırlayacak insanlar. Emin olacaklar, elimden ve dilimden…
Selam verdikçe ben, selamette olacak dünya…
Ben, Safa ve Merve arası koştukça, zemzemleri gönderecek Rabbim. Zemzemler yıkayacak kirlerini çağın… Zemzemler giderecek susuzluklarını kurumuş dudakların…
Ben muhacir olunca, ensar olacak dünya. Ensar olup kucak açınca, muhacirleri gönderecek bana…
Ben, adaleti gözettiğimde, en yakın akrabam aleyhinde bile, adaleti öğrenecek dünya.
Ben, emanetini koruduğumda en yaman düşmanımın bile, emaneti öğrenecek dünya.
Rabbimin gözetiminde olduğumu bildiğimde ben, ne polise, ne zabıtaya ihtiyaç duyacak dünya.
Yüreğimi temizlediğimde ben, tüm kirlerden temizlenecek, tüm kötülüklerden arınacak dünya.
Ben, kendim için istediğimi, kardeşlerim için de istediğimde; işte o zaman, ne kavga, ne haksızlık, ne de zulüm diyarı olacak dünya.
Rahman ve Rahim adına yaşadığımda ben, yaşanılası bir mekân olacak dünya.
Ben, Habil masumiyetine büründüğümde, Kabiller pişman, Kabiller kahrolacak.
Ben, Nuh sabrı gösterdiğimde, tufanlar müjde, tufanlar temizlik olacak.
Ben, İsmail teslimiyetini öğrendiğimde, bıçaklar koç, koçlar kurban olacak.
Yusuf iffetiyle iffetlendiğimde ben, kuyular da, zindanlar da saray olacak.
Şükretmeyi sevdiğimde ben, Süleyman gibi şükrettiğimde, rüzgârlar esenlik, rüzgârlar huzur getirecek. Melik ve Melikeler savaşlardan vazgeçecek.
Ben, Muhammedi tavrı öğrettiğimde yüreğime; onun gibi yürüyüp gezdiğimde, onun ağladığına ağlayıp, güldüğüne güldüğümde, onun gibi yaşayıp öldüğümde, ölümler diriliş, ölümler cennet getirecek dünyaya…
Ve dünyanın değişmeyeceğine, bir daha hiç düzelmeyeceğine inananlara inat, ben tek başıma bir ümmet olduğumda İbrahim gibi, ümmetler gönderecek Rabbim;
Dünyayı yeniden imar edecek, yeniden bina edecek, tıpkı Allah’ın evi gibi özenle kuracak, bizden kabul et Rabbim diye yalvaracak ve dünyayı rükû ve secde edenler için, her türlü pislikten temizleyip arındıracak mü’minler gönderecek…
Ben değiştiğimde değişecek dünya. Ben yenilendiğimde yenilenecek…
Gelişen teknolojinin; mum, ampul, florasan ve dev enerjilerin, dünyayı aydınlatmada işe yaramadığını görecek insanlar.
Ve yapmasa da insanlar görevlerini, Allah, tamamladığı dinini, bir gün mutlaka yeryüzüne hâkim kılacak.
İşte o zaman aydınlanacak dünya….

Musibetlerde Nimettir…

 

 

Musibetlerde Nimettir…

 

En son en zaman başınıza bir musibet geldi; ne zaman acılar içinde kıvrandınız?

Niye hep ben, diyor musunuz aşılmaz, onulmaz sandığınız bir derde maruz kalınca. İsyan yelkenlerini hemen indiriyor musunuz, yoksa denizin sakinleşmesini bekliyor bir yandan da sabır tesbihini mi çekiyorsunuz dualarla?

Musibetler, dertler, acılar, yokluklar neden hep bizi bulur diye hayıflanırız çoğu kere.

Hâlbuki dertlerin de nimet olabileceği nedense hiç aklımıza gelmiyor.

Belki gözümüzü başka bir aleme açacak kapıdır bu dert sandıklarımız.

Bizi uyarmaya gelmişlerdir.

Ya da “Şişt; ne oluyor sana; aslını unutma, ödevlerini unutma” demek istemişlerdir.

Ayazın nefes dahi aldırmadığı dağ başında karlarla mücadele halindesiniz diyelim. Yanınızdaki size küçük musibetlerle dokunuyor. Belki çimdik atıyor, belki tokat atıyor. Peki neden? Derdin daha büyüğüne kapılıp gitmeyin diye; uyuya kalıp da soğuktan donmayasınız diye…Gözünüz bu dünyaya hep açık dursun diye, bilinciniz yerinde kalsın diye… Kim olduğunuzu, nereye gidip nereden geldiğinizi unutmayasınız diye…

Belki tokat atar belki tekme! Bu zahirde, görünüşte birer küçük musibet gibi görünen hareketlerin olmadığını düşünün, ne olur sonunuz?

Elbette uyku uyuma isteği başlar, uykuda daha çok savunmasız kalan zayıf ve aciz bedeniniz soğuğa yenik düşerek can emanetini Azrail meleğine teslim eder.

İşte bunun gibi belki dert, sıkıntı, musibet sandıklarımız Rabbimizin bizi gaflet uykusuna dalıp da dünya ölülerinden olmayalım diye göndermiş olduğu küçük uyarılar neden olmasın?

Sizi Zat’ına bağlayan, birkaç dua cümlesi iki damla gözyaşı ile “kul” olma makamına çıkartan ikramlar neden olmasın?

Ya da “bu şekilde hayat sürme; kendine gel!” türünden ve dikkat edilmezse büyük belaların habercisi olabilecek bir uyarı neden olmasın?

Anlatırlar ki;

Rabbimiz Firavun’a yüzyıllarca yaşayan Firavun’a bir baş ağrısı dahi vermemiş.
“Uzun ömründe sapasağlam yaşasın, dua edip de sesini Bana duyurmasın”
diye.

Yani musibetler de her kula nasip olmasa gerek. Ancak Rabbimizin kendisinden ayırmak istemediği, gönlünü Zat’ından yana çevirmek istediği ender kullarına verdiği bir lütuf belki.

Küçük musibet büyük musibeti önler denir ki,
bu da işin diğer boyutu.

Küçük bir dersten akıllanan insan aynı tür ya da benzeri bir olayla karşılaştığı zaman tecrübesini devreye sokar ve küçük dersten, büyük musibetten edindiği deneyimle başını büyük beladan koruyabilir.

Ya da küçük musibet belki günahlara kefaret olacaktır bu vesileyle bir başka büyük imtihana gerek kalmayacaktır.

İşte tüm bu düşünceler insanın yaşadığı olaylara karşı bakışını farklılaştırır.

Bozulmaya yüz tutan insan halet-i ruhiyesini dengede tutmaya yarar.

Zaten İslam’ın da korumak istediklerinden biri de bu değil mi?

İman ile dünyaya bakan asla teessür olmaz.
Her işte bir hikmet ve hayır arar ve bulur.

Somut mükafatını ise Rabbimiz dilerse belki bu dünya da ama ahrette mutlaka verecektir.

Kul olmanın sırrına binaen yapılacak en güzel davranış olaylara ilk başta gereken sabrı gösterip alınması lazım gelen dersleri alarak hayatı okumaya devam etmektir.

Yoksa en küçük tepede yorulursak, yoldan dönmeye kalkarsak veya da o tepeye kızarsak, küçük engel sebebiyle kendimizi üzersek insana verilen pek çok kerameti kullanamamış oluruz.

 
 Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin

İnadına depresyona girsek …

 

Kendinizi sürekli kederli ve ağlamaklı hissediyorsanız, sizin için gülmek anlamsızsa…
Sürekli ağlıyorsanız…
Şu dünyadaki her şey size boş ve anlamsız geliyorsa, artık dünyanın nimetlerinden zevk almıyor/alamıyorsanız…

Kendinizi beğenmiyor, üstelik değersiz, önemsiz hissediyorsanız…
Yalnız kalmak, insanlardan uzaklaşmak ve sürekli düşünmek istiyorsanız ve düşünüyorsanız…
Daima kendinizi yargılıyor üstelik bu yargılamanın sonucunda başkalarını suçlamak yerine hep kendinizi suçluyorsanız.
Uyuyamıyorsanız. Uykularınız allak bullak olduysa…”

Evet, tüm bunlar depresyonda olabilirsiniz demektir. Bu semptomların depresyona ait olduğunu bilmek için psikiyatrist olmamıza gerek yok! Ezberledik !

Depresyona girmemek için bize öğretilen öğretiler de hep aynıdır:

“Her daim hayattan,dünya nimetlerinden haz almalısın.
Ağlamak insanı yaşlandırır…
Gülmek, kahkaha atmak: “Kan basıncını yükseltir,
oksijenin vücutta homojen olarak dağılmasını sağlar,
kalbiniz daha iyi çarpar…” ruhunuzun birebir dostudur zaten…”

Tüm bunları bilimsel olarak da kanıtlıyorlar bize! Dünya tıp otoriteleri! ………
Biz de hayat amentüsü olarak kabul ediyoruz. işittik ve iman/itaat ettik! Aksi ne mümkündür diye!

 

Ve: “Hiçbir şekilde uykuların kaçmamalı.
Dünya yansa sana ne?
Sen keyfine bak! Huzurla uyumalısın.
Sen her zaman haklısın! Bırak kendini suçlamayı.
Bırak ve gülmene bak sen her daim.
Kalbine yazık yoksa! Hem neyi düşünüyorsun ki?
Onlar seni düşündüler mi?
Hayat önünde işte! Yaşa, yaşamana bak sen! Bi daha mı geleceksin bu dünyaya?
Sen mutlu olmalısın! Hiçbir şey senin keyfini kaçırmamalı…
Sensin önemli olan! Sen!..”
Eğer tüm bu telkinlere/öğretilere rağmen kendinizi böyle hissetmiyorsanız sizi ‘hasta, depresif vak’a’ diye tanımlarlar.
Ve psikiyatrist yardım almanızı salık verirler…

Şimdi bildiğimiz, ezberlediğimiz bu anlamdaki tüm öğretileri unutsak. Asrı saadete dönsek!..
Batıdan doğuya yani güneşe dönsek yüzümüzü. Alemleri aydınlatan o güneşe, o nura, Resulullaha bir dönsek. Yani bakmamız gereken yegane numuneye… Hayatına yeniden bir baksak… ………..
Hatırlasak yeniden, o kahkahayla gülen ashabına hitaben: “Neye gülüyorsunuz, cennetle mi müjdelendiniz?” diyen sitemkar sözlerini… (heyhaattt!!! )

Gelmiş geçmiş bütün günahları bağışlanmış, cehennem ona haram edilmiş olduğu halde hiç kahkaha atmayışını hatırlasak. En fazla mübarek dişlerini gösterecek kadar tebessüm ettiğini… Hallerine bir baksak yeniden; her daim hüzünlü ve ağlamaklı olan hallerine… Düşünmelerine baksak…Hira’dan önce, Hira’dan sonraki halvetlerine … Ümmeti ümmeti diye ağlayan gözlerine…

“Komşusu aç iken tok uyuyan bizden değildir” sözünü hatırlasak… Uyuyamayışlarına bir baksak, uykularını kaçıran nedenlere …

Ve, “ben” yerine “sen” önemlisin diyen hallerine bir baksak, sonra ashabına çevirsek gözümüzü…

“Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz ” dediği ashabına bir baksak…
Mesela cennetle müjdelenen ashabının hallerine…

Bir baksak halimizden bir hal görecek miyiz hallerinde?…

Sanki onlar yerine biz müjdelenmişiz cennetle de!…

Ve bize öğretilen bütün kavramları yeniden gözden geçirsek… Referans numunelerimizi, söylemlerimizi değiştirsek…

Hayat amentümüzü değiştirsek…”Evet, gülmüyorum,gülemiyorum çünkü cennetle müjdelenmedim ki neye güleyim?” diyebilsek…
Uyuyamasak biraz… Uykularımız kaçsa…

Iştahımız kesilse… Ağlasak sürekli…

Düşünsek… kendimizi, ümmeti, akıbetimizi…

Dünya zevk vermese biraz…

Yani kısaca İnadına depresyona girsek …

 

 Beyazid-i Bestami Hazretleri (ks) şöyle diyordu bir keresinde: 

“Bir dertli kul idim derman arayan… 

Kalbime bir süvari gibi indim. Bütün ellerimle Hakk’ın kapısını çaldım.

Bela eliyle çalmadıkça kapı açılmadı.
   

Bütün dillerle izin istedim, hüzün diliyle istemedikçe izin verilmedi.

Bütün ayaklarla O’na giden yolda yürüdüm, yokluk ayağıyla yürümedikçe dergahına varamadım.

Denildi ki,

Ey Beyazid!

Nefsinde boş ol!.. Hiç ol da gel!..

Yıllarca gayret ettim…

Bir gün sükut edince baktım ve gördüm ki derdim, dermanım imiş.

Şimdi sen başlangıç istiyorsan; kalp süvarisi, beden piyadesi ol da yola çık…”

Kendince Sorguladı mı İnsan Kendini…

 

Kendince Sorguladı mı İnsan Kendini

Kanıyor…

Bugün düne ekleyebileceğin ne yaptın sevgili?

Kaç kitap okudun mesela, kaç cümlesini not ettin bir kenara? Ve kaç
damla düştü içine içinden, canını yakan?

Her yazılmışın en mükemmeline,
zikr’e kaç kez açıldın? Kaç kez zikr açıldı sana, nur yağdı üzerine?

Bugün düne ekleyebileceğin ne yaptın sevgili?

Kızın için ne düşledin mesela, kaç kez onu sevdiğini söyledin ve kaç kez
okşadın kumral, ipek saçlarını? Minik ellerini avuçlarına alıp kaç kez
öptün ‘şükürler olsun’ diyerek?

Ve onun, gözlerinin önünde her an biraz daha şekillenen apaçık bir müjde olduğunu
kaç kez düşünüp döndün yüzünü kıbleye?

Ne yaptın bugün sevgili, içini huzur kaplayan?

Kaç kez huşû ile kapandın secdeye mesela gözlerin nemlenerek, kaç kez
hissettin O’nu tam karşında?

Ve merhametine kaç kez koştun tüm hatalarına rağmen? Yüreğine düşen her bir kara noktanın endişesine kapılıp
kaç kez tevbe’ye sığındın ak-pak olabilmek için?

Ne yaptın bugün sevgili, yarına hazır hissetmek için kendini?

Kaç gönüle girdin mesela bir sıcak tebessümle, kaç gönül kazandın dualarına
seni de alabilecekleri?

Ve ‘yarın bir daha olmazsa’ endişesinden uzak
yaşayabildiğini kaç kez farkediverdin? Her batan günün O’na biraz daha
yaklaşmak olduğunu hissedip kaç kez kavuşma heyecanı ile yandın?

Ne yaptın bugün sevgili, yüreğini bir tüy kadar hafif hissedebilmek
için?

Son kuruşuna kadar dağıtabildin mi her şeyini mesela ‘fi sebililleh’
diyerek? ‘Dünya onların olsun’ terennümü dilinde kaç kez onardın
elbisendeki sökükleri?

Ve O’nun va’dine inancını kaç kez yineledin? Kaç kez en
sıcak uykundan ayrılıp gece buluşmasına koştun sevinçle?

Ey sevgili, ne yaptın bugün?

Kaç kapıyı çaldın mesela hiç açılmasa da, kaç kapıdan geri döndün
ziyareti yarın’a erteleyerek? Ve kaç kez boynu bükük, bir gölgeye oturup ‘nasıl
anlatabilirim’ sorularıyla yüreğini dağladın?

Kaç kez vazgeçebildin
uğruna hayatından, geride bırakacaklarını aklına bile getirmeden?

 

Söyle sevgili, ne yaptın bugün sokaktaki kedi için? Açlığa direnen
beden, anne sıcaklığını özleyen bebek, öksüren komşun için… Kaç kez
‘elhamdülillah’ dedin mesela?

Ve kaç kez dünyaya geliş amacını tartıştın kendinle?

Dün’e takılmadan, ama dün’e bir şey katarak ilerleyebildiğine
kaç kez inandın?

Söyle sevgili, bugün ne yaptın?

Kaç kez hatırladın kendine gülümsemeyi ve kaç kez suçlamaktan vazgeçtin
her şeyi? ‘Sevmek ölmekle başlar’ çizgisinde kaç kez bulabildin varlığını?

Bu yolun tam da üzerinde gelmiş olman dünyaya, nasıl bir lütuftu senin
için, kaç kez şükrettin teslimiyetin için?

Söyle sevgili söyle, kendini kurtarabilmek için kaç adım attin bugun…?
KISACASI BUTUNUYLE INSAN OL.
UNUTMA, YASAM DOKUMASI HENÜZ TAMAMLANMAMIS,
OLAGANÜSTÜ GÜZELLIKTE BIR DUVAR HALISIDIR.
VE SANA AIT OLAN KUÇUCÜK BOSLUGU
YALNIZCA SEN DOLDURABILIRSIN…”