Sevgi dolabı…

Düşünün ki önünüzde bir dolap var. Bu dolapta 4 bölüm var. Her bölümde kutular. Bu kutuların içinde sevginiz ve nefretiniz var.
En üst bölümdeki kutularda ‘en çok sevdiklerinizi’ saklıyorsunuz.
İkinci bölümde “Seviyorum ama fazla da güvenmiyorum” dediklerinizi.

Üçüncü bölümde “herkes gibi biri benim için” dediklerinizi.
ve

En altta da “nefret ediyorum veya kesinlikle güvenmiyorum” diye adlandırdıklarınızı.

Buraya kadar her şey tamam.

Asıl sorgu şimdi başlıyor. Siz hiç en üst bölüme koyduğunuz birisini, bir tek söz yüzünden, en alt bölümdeki kutulara kattınız mı?

Değerinden fazla değer verdiniz mi birine? Ya nefret ediyorum dediğiniz birini zaman ile sevdiniz mi? Siz hiç yanıldınız mı? Utandınız mı o bir zamanlar arkasından attığınız kişinin şuanda en yakın dostunuz olduğu için? Hiç itiraf ettiniz mi “seni hiç sevmezdim” diye?

Ya da hiç kızdınız mı “ne de çok güvenirdim sana” diye.
İnsan hiç ‘bir söz’ ile en sevdiğini en nefret ettiği kişilerin arasına katabilirimi? Doğru mu? Bir zamanlar göklere çıkarttığınızı yerin dibine atmak olur mu? Yakışır mı size? ALLAH c.c. razı gelir mi?
Hâlbuki bir zamanlar aranızdan su sızmazdı. Yeri gelir ekmeği bile paylaşırdınız, kaldı ki düşünceleriniz, duygularınız. Bu kadar çok şeyi paylaştığın birini tanımamazlıktan gelebilir misin?

Sizlere bir tavsiye…

Hiç bir zaman ilk gördüğünüz birini ‘sevmedim’ diyerek, dolabınızdaki en alt bölümdeki kutulara atmayın. Zaman tanıyın,sabredin.. Gerekirse kutulara kaldırmayın, dolabın önünde bekletin. Zamanı geldiğinde o kişi zaten dolabında bir bölümü kendi seçecektir. Aynı şekilde, ilk gördüğünüz birine ‘sanki 10 yıldır tanıyorum’ diyerek, en üst bölüm’e kaldırıp, yere göğe sığdırmayın. Arkadaşlık, dostluk ve en önemlisi sevgi zaman ister. Senin haberin olmadan o dolabında kendine yer bulacaktır. Yeter ki siz sabredin ve dolabınızı geniş tutun..

Dolabınızın en üst bölümündeki kutuları ASLA atmayın. Değerli bir hazine gibi saklayın. En alt kattakileri de her hafta çöpe boşaltın. Göreceksiniz, gün gelecek dolabınız sadece ‘SEVDİKLERİNİZ’ ile dolacaktır. İşte o zaman gerçek mutluluğu bulacaksınızdır…

Bir şey daha.
Bu dolap herkeste vardır.
O sizin sevginizi barındırdığınız KALBİNİZDİR.

 

Ucuz Hayat …

 

Gizemli bir yanı var hayatın
Ardında gizlediği çok sır…
Bizi ona bağlayan pek çok sebebi var
Kimi zaman da koparan.
Ufacık ama kocaman dokunuşları var üzerimizde
Sönmek üzere olan bir mum alevi gibi etkisiz
Ama bir tokat kadar da sarsıcı hakaretleri var
Huzuru bozan bir gürültüsü var uluorta
Aynı zamanda geceye güneşi taşıyan binlerce ordusu.
Kiralık mutlulukları, veresiye heyecanları, takas usulü bin bir güzellikleri var
Bir de satılık dertleri var, acıları, hüzünleri…
Çırpınışlarımıza büyük bir hazla seyirci olması,
İkili oynamaları var sonra
Göster kaç taktikleri.
Avutmaları var bizi şekerlerle tıpkı bir çocuğu avutur gibi
Verdikten sonra da o şekerleri bir bir almaları…
Sahip olduğumuz tüm güzellikleri alıp yutmaları var
O koşarken bizi ardından gözyaşlarıyla inletmesi, acıtması…
Gizemli bir yanı var hayatın işte böyle
Say say bitmeyen milyonlarca özelliği
Ama beş para etmez bir kişiliği var
(Aslı Nur Dursun)

Yay hayattır,ok niyet, hedefte amaçtır!Hepimiz ilahi iradenin okçularıyız….

Hepimiz ilahi iradenin okçularıyız. Bu sebeple hangi aletleri nasıl kullanacağımızı bilmeliyiz. Benden size önemli birkaç tavsiye
 Yay Yay hayattır: Bütün enerji ondan gelir. Ok bir gün mutlaka terk edecektir. Hedef ise uzaklardadır. Ama hayat her zaman sizin yanınızda kalır, bu yüzden ona nasıl iyi bakacağınızı bilmeniz gerekir.
 Durgun kalacağı dönemlere ihtiyacı vardır -her daim kuşanılmış ve gerilmiş halde tutulursa gücünü kaybeder. Bu yüzden gücünüzü tazeleyebilmek için dinlenmeyi kabul etmelisiniz. Böylece yeniden yayı germek için asıldığınızda gücünüz eksiksiz olur.
 Yayın bilinci yoktur: O okçunun elinin ve arzularının bir uzantısıdır. Öldürmeye ya da düşünmeye hizmet eder. Bu yüzden her zaman amacınızı net olarak belirleyin.
 Yay esnektir ama yine de onun da sınırları vardır. Kapasitesinin ötesinde herhangi bir girişim onu kıracak ya da onu tutan elleri tüketecektir.
 Bu durumda yayın yanı sıra kendi bedeninizden de size verebileceğinden fazlasını talep etmeyin. Ve unutmayın, bir gün yaşlılık zamanı gelecek -bu bir lanet değil bir nimettir.
Yayı zarifçe gerin, her iki tarafın da kendine düşen payı gerektiği biçimde yapmasını sağlayın, enerjinizi boşa harcamayın.
 Bu sayede yorgun düşmeden pek çok ok atabilirsiniz.Ok Ok sizin niyetinizdir. Yayın gücünü hedefin tam ortasına bağlayan araçtır.
 Niyetimiz her zaman son derece net, açık ve iyi dengelenmiş olmalıdır. Ok bir kez yaydan ayrıldı mı artık asla geri gelmez, bu yüzden sürece müdahale etmek – oka yön verecek hareketler doğru ve düzgün olmadığında- sırf ok gerilmiş ve hedef bekliyor diye eski kafalı bir şekilde hareket etmekten daha iyidir.
.Sizi durduran tek şey hedefi tutturamamak korkusu ise bu durumda niyetinizi açıkça göstermekten çekinmeyin.
 Doğru hareketleri yerine getirin ve elinizi açıp yayın telini bırakın, gerekli adımları atarak girdiğiniz mücadele ile yüzleşin. Hedefi vurmayı başaramasanız bile bir dahaki sefere daha iyi nişan almaya muktedir olacaksınız.
 Eğer hiç risk almazsanız bir dahaki sefere neleri değiştirmeniz gerektiğini asla bilemezsiniz. Hedef Hedef ulaşılmak istenen amaçtır. Sizin tarafınızdan belirlenir.
 İzlenen yolun güzelliği de işte burada yatar: Asla bahaneler uydurmaya ya da rakibinizin daha güçlü olduğunu söylemeye hakkınız yoktur
. Çünkü hedefi seçen sizsiniz ve tüm sorumluluk size ait. Eğer hedefinizi bir düşman olarak görürseniz belki iyi bir atış yapabilirsiniz ama kendinizi geliştirmeyi asla başaramazsınız. Tüm hayatınız boyunca okunuzu, kağıttan ya da tahtadan yapılmış, anlamı olmayan şeylerin ortasına atmaya çalışırsınız. Ve diğer insanlarla bir araya geldiğinizde hayatta hiç ilginç ya da heyecanlı bir şey yapmadığınızdan yakınırsınız.
 İşte tam da bu yüzden bir amaç belirlemeniz gerekir, ona ulaşmak için elinizden gelenin en iyisini yapmalı, ona saygıyla ve önemseyerek bakmalısınız
: Onun sizin için anlamını ve onun için ne kadar çaba, eğitim ve sezgi harcadığınızı iyi bilmelisiniz. Hedefinize nişan alırken sadece ona odaklanmayın, onun çevresinde olup biten her şeyi de görün; çünkü ok fırlatıldığında, rüzgâr, ağırlık, uzaklık gibi kolay kolay hesap edemeyeceğiniz etkenlerle karşılaşacaktır. Bir amaç sadece insan ona ulaşmayı hayal edebildiği sürece vardır. Onun varlığını gerçek kılan insanın tutkusudur, aksi taktirde amaç ölü bir şey, uzak bir hayal, tatlı bir düş olur. Ve tıpkı niyetin bir amaca ihtiyaç duyduğu gibi, amaç da bir insanın niyetine ihtiyaç duyar. Çünkü varlığına anlam veren şey budur; bu sayede o artık sadece bir düş değil, bir okçunun dünyasının merkezidir. -alıntı-

Var mısın umut?..Var mısın beni zamanla yarıştırmaya?

ZAMANA KARŞI UMUTLA ANLAŞMA

“Merhaba” demeli miyim.Yeni bir güneş, yeni bir gün, yeni bir ay, yeni bir mevsim ya da ismini henüz bilmediğim bir zaman dilimini yemeye başlarken…Tadını daha algılayamamışken…İlk selamı ben mi vermeliyim.Beklemeli miyim! Yüzü asık bir “merhaba”ya boyun eğme olasılığını göze almamak adına; bak yüzüm gülüyor. Sana taaa içimdeki ilkbahardan bir “merhaba”…Acil durum için karanlıkta sakladığım,gün yüzü görmemiş, özgürlüğü tatmadan hapsedilmiş, o tadı bilmediği için sıkılmamış, doğumunu bekleyen umutoğlu umut bir selam…İşte doğdu.Bebek gibi, masum, çıplak, anne sütüne aç, sevilmeye muhtaç bir “ben geldim” haberi..

Ben geldim sevgili zaman…Her saniye beni içine alan, acısına tatlısına güven olmayan zaman .Adın hayattır belki.Yaşamaya geldim.Öyleyse hadi güldür, ağlat ama insan gibi yaşat beni! Hissedeyim seni. Sinsice gidişini, değerini, lazımken yetmeyişini, fazlayken geçmeyişini … Anıları paketleyip ellerime verişini, gözlerim görmesin, yüreğim acımasın diye yaraların üzerine perdeler çekişini…Merhametli zaman…İnsan acır, insan kanar; durmaz damarda akacak kan.Deli gibi aksın, deli gibi yaşasın. Varsın açılan bir yaradan toprağa aksın.Ama aksın! Durmasın! Yol buldukça çağlasın! Çağlayabildiği yere kadar…Nereye kadar! Küçük bir dilim bitene kadar! İşte biraz önce başladığım dilim bir selam verene kadar bitti.Tadına varıldı mı!Daha tadılmadık birçok lezzet başkalarına kaldı. İnsan…Gelir ve gider. Zaman, akmaya devam eder.Daha çok kişi selam eder! Bize düşen dilimin adı “hayat” ; biter.Peki ya zaman, ölümlerin de ötesine geçer! Mekana göre seyreder! Cehennemde geçer mi, cennette yeter mi bilinmez.Zaman sonsuzluğa erer mi! Yaratana akıl sır ermez!

Var mısın umut?..Var mısın beni zamanla yarıştırmaya?Bana taze kanatlar takmaya…Beni uçurmaya…Zamanın donacağı yere kadar uçmaya var mısın? Zamanla yarış…Şeytanla değil meleklerle yarış. İlk “selam” benden olsun tanışacaklarıma.Selamın adı umut olsun.”Merhaba” demeliyim tabiiki. Hem de en içten…En sıcak…En umutlu…Önyargılı olmalıyım zamana karşı. Düşmek için değil, uçmak için…Ağlamak için değil, gülmek için…Kaybetmek için değil, kazanmak için…Onun gülümsemesini beklemeden önce ben gülümsemeliyim.Geçmişe üzülmek, geleceğe kaygılanmak ve bugünü unutmak yerine şu anı yakalamalıyım.Çünkü yaşadığım şu andır gerçek zaman.
(alıntı)

Her insandan geriye kalan birşeyler vardır.Herkes pişmandır hayatta.Peki sizin pişmanlığınız hangisi?


Her insandan geriye kalan birşeyler vardır bu hayatta.
Kiminden eser, kiminden isyan… Kiminden iyilik, kiminden kötülük… Kiminden söz, kiminden sükut… Kiminden ağıt, kiminden menkıbe… Kiminden hayat, kiminden ölüm… Kiminden şükür, kiminden pişmanlık…
Hal ve mazi yaşanmışlığın izleriyle doludur…
Elbette ki bu “büyük fotoğraf” insanlığın halidir, seviyesidir, aklıdır, ruhudur, hafızasıdır.
Yaşanmış olan, insanın hem eylemidir hem de eseri.
Bu eylem ve eserden teşekkül eden “hayat hafızası” da çoğu zaman tazedir.
İyisiyle kötüsüyle mazi insanın peşini bırakmaz.
Kimi zaman hata ve günahlardan bir “ah” feryadıyla yükselir insanın sesi…
Kimi zaman da sürur, şükür, huzur getirir bugüne mazi…
İnsan yaşadıklarıyla kaybeder ve insan yaşadıklarıyla kazanır…
Şüphesiz her insanın yaşanmışlıktan kaynaklanan bir hafızası vardır ve orada bir “birikim” sözkonusudur.
Biliyoruz ki insan hem kendine aittir, hem de insanlığa…
Yani, insan hem kendinden sorumludur hem de insanlıktan…
İnsan biriktirir, çünkü insan yaşarken, duyar, hisseder, konuşur, tepki verir, etkiler, etkilenir…
Her insanın sergüzeşti hayatı ötekinden farklılık arzeder ama insanın yapıp ettikleri “insanlık havzasında” toplanır…
Yollarımız, mücadelemiz, azmimiz, irademiz, imtihanlarımız, ikramlarımız farklılık gösterse de gittiğimiz yer aynıdır.
İnsan ne olursa olsun, insan ne yaşarsa yaşasın, insan nasıl yaşarsa yaşasın, insan nerede yaşarsa yaşasın, insan arınmak ister.
Sık sık kalbinden, kalbimizden geçer bu duygu.
Herkes pişmandır hayatta.
Ömrünü heder eden de pişmandır, kendisini bir hiç uğruna tüketen de pişmandır.
Fani hayatı baki zanneden de pişmandır, öfkesinin esiri olan da pişmandır.
Fakat hayatının en küçük anını dahi israf etmeyen de pişmandır.
Şükreden de pişmandır, sabreden de… Bilende pişmandır bilmeyen de…
Birincidekiler, cehaletin, bilgisizliğin, nankörlüğün, tükenmişliğin, yolda kaymışlığın, insan kalamamanın, hedefe varamamanın pişmanlığını yaşar.
Bu “negatif pişmanlıktır”.
İkincidekiler ise, nimet vereni bulduğu, Onun huzurunda yaşadığı ve yaşatıldığını gördüğü, korunup kollandığını hissettiği ve esirgenip bağışlandığını idrak ettiği halde, şanına yakışır şükrü sergilemekte acizlik hissetme pişmanlığıdır.
Bunlarınki de “pozitif pişmanlıktır”
Negatif pişmanlık, son pişmanlıktır ki hiçbir fayda vermez, pozitif pişmanlık ise insanı yükselten bir arayıştır, faydası çoktur…
Hepimizin önünden bir hayat geçiyor, gidip maziye demirliyor.
Ve aynı anda hepimizin hayatından bir mazi geçiyor.
Hayat ve mazinin tesirinde biz hem bir istikbal hem de bir mazi adayıyız.
İnsan olduğumuz kadar da insanlıktan yanayız…
Bugünkü “büyük insanlık manzarası” da bizim eserimizdir.
Mazisiyle, atisiyle sorumluluk bize aittir.
Sorumlu ve suçlu insandır… Ve her insan pişmandır…
Yeri asla yaramayacağı, boyu dağlara erişemeyeceği halde yeryüzünde böbürlenerek yürüyen insan pişmandır.
Kibirliliği alçak gönüllü olmaya tercih eden insan pişmandır…
Kendini muktedir zannedip de ölümlü olduğunu unutarak kendini abartan insan pişmandır…
Ölümden korkup da ölümü yok etmeye çalışan insan pişmandır…
Ölüm sonrasına hazırlık yapmayan insan pişmandır…
Ölümden nasihat almayan insan pişmandır…
Her şeyin üstesinden gelemeyeceğini çabucak unutan insan pişmandır…
Hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğine inanarak her şeye hakim olmak için uğraşırken hayatı yaşanmaz hale getiren insan pişmandır…
Çaresizlik tuzağına düşen, her durumda ve her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkaran insan pişmandır…
Derdi ve davası olmayan insan pişmandır…
Yaptığı iyiliği büyük görüp başa kakan ve iyiliklerini anlatarak onları kıymetsizleştiren insan pişmandır.
İyiliği karşılık beklemeden yapmayan insan pişmandır…
İyilik yapma imkanı önüne kadar geldiği halde iyiliğe eli varmayan insan pişmandır…
İnsanları hor ve hakir gören pişmandır…
Büyüklük kompleksine kapılıp, insanları ezerek arkadaşlarını kendinden uzaklaştıran insan pişmandır…
Kendisine bir kötülük yapıldığında hemen karşılık veren insan pişmandır.
İnandığı gibi yaşamayan insan pişmandır…
İnsanları kendisinden uzaklaştıran ve gittikçe bencilleşen insan pişmandır…
Dua alamayan insan pişmandır…
Tevazuu unutan insan pişmandır…
Öfke ve ihtirasın esiri olan insan pişmandır…
Yalana göz kırpan insan pişmandır…
Önyargılarla fikri ve ruhu kapanmış insan pişmandır…
Beğeni duygusunu sürekli kendine yönelten insan pişmandır…
Nefsinden razı olan insan pişmandır…
Heva ve heveslerini kendine ilah edinen insan pişmandır…
Hak ve adalet duygusunu yitirmiş insan pişmandır…
Günahtan ve hayatını israf etmekten çekinmeyen insan pişmandır…
Aklına geleni söyleyen, sözü tartmasını bilmeyen insan pişmandır…
İnsan olmanın vazgeçilmez prensiplerini küçük çıkarlar için feda eden insan pişmandır…
İnsanlara güven vermeyen insan pişmandır.
Gösteriş yapıp hayra da mani olan insan pişmandır…
Merhamet etmeyen insan pişmandır…
Aklını, kalbini işletmeyen insan pişmandır…
Kendinden iyi durumda olanlara bakıp üzülen insan pişmandır…
İmkanlarını insandan yana kullanmayan insan pişmandır.
Vermeyi almaktan daha büyük bir ihtiyaç görmeyen insan pişmandır…
“Anlamaktan” vazgeçip, bütün gücüyle “anlaşılmaya” odaklanmış insan pişmandır.
Allah’tan korkmayan insan pişmandır…
Allah’tan hakkıyla korkmayan insan da pişmandır…
Günah ve hatasını bildiği halde tövbe etmeyen insan pişmandır…
Yaşarken vicdanının sesini duymayan insan pişmandır…
Bilen de pişmandır bilmeyen de… İnanan da pişmandır inanmayan da…
Peki sizin pişmanlığınız hangisi?
Ne kadarı pozitif pişmanlık, ne kadarı negatif pişmanlık.
Bir soru daha; Hangi pişmanlıklarınızdan pişman oldunuz da kurtuldunuz, insanın düştüğü yerden kalkmasına ve insanlığın huzur arayışına nasıl bir katkınız oldu?
Kuran diyor ki; Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (onlar ziyanda değillerdir).
Bakın ki sayamayacağımız kadar çok pişmanlık içindeyiz.
Ya sayacak kadar az olsaydı pişmanlıklarımız.
İnsanın halleri ve “büyük insanlık tablosu” daha iyi olmaz mıydı.
Pişmanlıklarımızın bedelidir; insanlığın huzursuzluğu ve sürüp giden tedirginliği.
Her insan pişmandır ama hangi pişmanlıklar hala işe yarar.
Her insandan geriye kalan bir iz vardır bu hayatta.
Hepimizden geriye kalan ortak şeydir pişmanlık. Bazı pişmanlıklar yapıcıdır, bazıları yıkıcı.
Yapıp yıktıklarımızla elde kalan insandır…Af ve merhamet bekleyen insan…
      
MEHMET GÜNDEM

Elimizin ucuyla tutuyoruz hayatı…Hayatla yüz yüze gelmek en büyük korkumuz…

 

Elimizin ucuyla tutuyoruz hayatı, parmak izi bırakmamaya dikkat ediyoruz.

Dilimizin ucuyla yarım yamalak cümlelerle geçiştiriyoruz bütün anlamları, sürç-i lisan etmekten korkuyoruz.

Evrenin ortasında bir incir çekirdeğini mesken tutmuşuz; galaksiler, gökyüzü, yıldızlar başkalarının olsun, başımızı döndürüyor; yolların karı, fırtınası, kasırgası, tayfunu var, başkaları yürüsün diyoruz.

Hayatla yüz yüze gelmek en büyük korkumuz; dersine çalışmayan çocuğun gözlerini önüne dikip fark edilmemeye çalışması gibi fark edilmemeye çalışarak bir köşeciğinde öylece duruyoruz hayatın. O da durup ardına bakmıyor zaten.

O hızından hiçbir şey kaybetmiyor…

Günler hep uzağımızdan geçiyor. İçine almıyor, sarmıyor, merhamet göstermiyor bize. Hayat dışarıda hızla akıyor, biz buğulu bir pencere arkasında, dökülen yaprakların matemini tutuyoruz.

Dışarıdaki hayatı, hayatın usanmadan yaydığı diriliği, enerjiyi, coşkuyu yabancı, tanımadığımız, teni tenimize, dili dilimizi benzemez varlıklar paylaşıyor.

Onlar gülleri deriyor, çini vazolara yerleştiriyor. Onlar çöpleri kaldırıyor, atlas halılar seriyor. Onlar yetinmiyor Mars’a bile hayat sipariş ediyor. Onlar geceleri havai fişeklerle, füzelerle aydınlatıyor. Onlar gövdelerini semirtip tüm yeryüzüne yayıldıkça, bizim pencere arkası esaretimiz büyüyor.

Dışarıya çıkmak hevesimiz, hüsrana uğramak korkusuyla hep kursağımızda kalıyor.

Seyirci olmak, fırtınada sakin bir limanda konaklamak ihtiyatlı gibi görünüyor. Aklımız olanlarda, aklımız hayatta aslında…

Onlar bizi asla görmüyor, biz onları canlı canlı seyrediyoruz.

Zeki, atılgan, cüretkârlar…

Her şeyi istiyorlar… kurcalıyorlar… bozuyorlar… işini bitiriyorlar…

İçini boşaltıyorlar hayatın yavaş yavaş…

Dışarı çıkmaktan; buzda kaymaktan, ateşte yanmaktan, fırtınaya kapılmaktan korkan biz içerdekiler, tırnaklarımızı yiyor, duvarları dövüyoruz; bir gün yaşamayı, bir gün gerçekten ait olmayı, sahibi olmayı düşündüğümüz hayatın özünden öz, canından can alındığını gördükçe kahroluyoruz.

Yırtılan gökyüzü için, kuruyan yeryüzü için, gözü yaşlı çocuk için, kanadı kırık kuş için, karaya vurmuş balık için,yitirilen onur için kahroluyoruz…

Tarifsiz hüzünlerle daralıyor kabuğumuz… ama ellerimiz böğrümüze… ama başımız öne… ama kılımız kıpırtısızlığa gömülüyor nihayetinde… penceremizden ayrılamıyoruz.

“Bir gece kütüphanemde bir güvenin pervaneye şöyle dediğini duydum:

İbni Sinâ ’nın kitapları içine yerleştim.

Farabî’nin bir çok eserlerini gördüm.

Bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım.

Bir güneşim yok ki,günlerimi aydınlatsın. Çok bedbahtım.”

Yarı yanmış pervanenin şu güzel, ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın.

Dedi ki:

“Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan; çırpınıştır hayatı kanatlandıran.” (Muhammed İkbal)

 

Dağların dahi yürüdüğü bir hayatta yürümekten, yol almaktan, koşmaktan, dönmekten; feleklere katılmaktan, kıpırdamaktan, çırpınmaktan başka yolu yok insanın…

Hayatın çirkinleştirilmesine karşı durmak isterken hayatın saflarından çıktık, kolaylıkların, küçük rahatların sıcağına, durağanlığına alıştık.

İyi-kötü, kâr-zarar hesapları yapmadan, bütün riskini göğüslemediğimiz bir hayatın nesi olabiliriz?

Ne halifesi, ne hâmisi,ne hadimi…

Hayat emanettir. Emanetin, meydanlara inecek,

“bir karıncaya ulu nazar” edecek,

“bulut olup göğe ağacak, yağmur olup yağacak ”,

“örse çekiç salacak”,

“bize bizim diyecek”,

hayata soyunacak,

yaşar gibi yapmayacak,

sahiden yaşacak,

kapılar aralayacak,

yolunu kendi kazmasıyla kazacak,

gayret kuşağı kuşanacak,

külüngü dağa aşkla vuracak sahiplere ihtiyacı var.

Yunus; “Dosta varmak dilersen, ol dikene bas da var” diyor.

Hayata yalın kılıç dalmayanın, risk almayanın hakikatle alışverişinin olamayacağı, hiçbir sırrın kapısına varamayacağı aşikârdır.

Dikili bir ağacı, başını sokacak bir deliği, ardına gizleneceği bir penceresi olsunla avunamaz hakiki varlığa kavuşmak isteyen.

Bütün zerreleri, bütün hissiyatı yara bere içinde kalsa da,

Küsmeden, incinmeden, gocunmadan Hay’dan gelen hayatın izini sürer.

Ancak oradan korkunun ve endişenin biteceği emin bir beldeye geçeceğini bilir.

“Hayatın yumuşak ve tehlikesiz olduğu sahilde kurulup oturma…

Denize dal, dalgalarla pençeleş; ebedî hayat mücadeledir.” (Muhammed İkbal

  

Alişan Genç

HAYATI KAÇIRMAK.

Kaçamak yaşıyoruz.Herşeyden ,bazen kendimizden bile kaçıyoruz.Duygularımızı paylaşmak nedense zor geliyor bize.Kendimiz bile yaşayamıyoruz ki…Hep içimize atıyoruz sevgileri,hüzünleri,mutlulukları. Bağırıp çağırıp hani derler ya ”bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi” ağlayamıyoruz bile.Utanıyoruz…Kızgınlıklarımızı hep içimize atıyoruz. Aslında kendimize kızıyoruz. Karşımızdakinin hiç suçu yok ”sadece o O’nun düşüncesi” diyemiyoruz.Gördüğümüz her iyilik ve kötülüğün bizden kaynaklandığını anlayamıyoruz.Volkanlar patlıyor içimizde söndüremiyor gözyaşlarımızı içimize akıtıyoruz.Görmüyoruz…kör değiliz sadece bakıyoruz.Çevremizdekileri sadece hareket eden birer obje olarak değerlendiriyoruz.Doğan güneşin sıcaklığını, rüzgarın getirdiği okşamayı,kuş sesindeki canlılığı ve hayatı hep kaçırıyoruz.Ruhumuzu bi yerlerde bıraktık ,bulamıyoruz…Çok hızlı gidiyor,dinlenemiyoruz.Herkes ama herkes, herşey üstümüze üstümüze geliyor…Korkup kaçıyoruz.Sevemiyoruz…Sevgilerimizin bile sebebi çıkar ilişkisine dayalı.Hep bir şeyler bekliyoruz karşımızdakinden .Peki… Ne veriyoruz..?.Arkadaşlığı bile beceremiyoruz.Bazan bir merhaba demek bile zor geliyor.”O bana dün selam vermemişti ben neden vereyim” bile diyebiliyoruz.Aslında kendimizle inatlaşyoruz.Egomuz daima üstün geliyor.Sebebini bilmiyoruz.Düşünmüyoruz.geleceğimizi,geçmişimizi içinde bulunduğumuz anı bile düşünmüyoruz.Hep gel geç ilişkilerde gözümüz.Hep başkası olmakta…Kendi benliğimizi kaybettik.Tanımıyoruz içimizdeki beni.Ne istediğimizi ne beklediğimizi bile bilmiyoruz.Kendimizden bile kaçıyoruz. Yüzleşemiyoruz kendimizle…Eleştiride dozu kaçırmaktan korkmuyoruz ama kendimize yöneltilen eleştirileri saldırı olarak algılıyoruz.Hayatın tüm yanlışları hep bizim dışımızda…Bir tebessümü bile çok görüyoruz karşımızdakine.Bilmiyoruz, aslında o çok gördüğümüz tebessümün kendimize verdiğimiz en değerli hazine olduğunu…Hayatta herşey size bağlı.Sen istersen dünya daha güzel.Sensin tüm güzellikleri yansıtan. Diğer olan biten herşey sadece araç.Yani sen varsan herşey var.Kendini tanımaktan geçiyor herşey.Bir tebessümle başlıyor güzellikler.Sabah yataktan kalktığında aynada kendine tebessüm et ve Günaydın dileklerini ilet kendine…Gözlerini kapat hayatın seslerini dinle.Yeni bir gün,her yeni gün seninle birlikte var.Ruhun bir yerlerde seni bekliyor.Bul Onu. Hisset tüm hissettiklerini.Bak nasıl değişecek hayat…

MOR MENEKŞELER.

Hande cevap verdi: “Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o
gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin. Oysa, her bitki güneşi
sever. Menekşeler farklı…
Belki de bu yüzden bu kadar güzeller… Hacer’in yanına kimse oturmak
istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum.Belki, Hacer de güzeldir,onu fark
etmek istiyorum.” dedi.
Hande’nin annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4 .sınıf öğrencisi kızının
olgunluğuna hayran kalarak :
– “Peki kızım, kimin yanında istersen oturabilirsin.” dedi.
Pazartesi, Hande Hacer’in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi,
hem Hacer… Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlar da soğumuştu
Hande’den. Nasıl Hacer gibi dağınık, bir şeyi iki kere anlatma ile anlayan
fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti?
Doktor Cemal bey’in kızı Esin idi en çok alınan…Anne babaları her hafta
sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı her Pazar… Nasıl
olur da kendi yerine Hacer’i seçerdi? Çok gururu
kırılmıştı Esin’in… Hande ile konuşmuyordu.
Bir gün, Hande ve ailesi, Esinler’le dağ köylerinden birinde
gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler..
Hande, gene Esin’in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu.
İçin için de Hacer’e kızmaya başlamıştı, arkadaşları ile arasının
bozulmasına sebeb olmuştu. Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi
iki kerede anlıyordu, yoksa aptal mıydı?
Sonra menekşeleri hatırladı. Hemen düşüncelerinden utandı. Hacer, farklı
diye yargılamamaları gerekiyordu. Hacer’in kimsenin bilmediği güzelliklerini
keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı.
Tam umduğu gibi olmuştu. Esin, somurtarak karşısında oturuyordu.
Hande ile konuşmuyordu. Hande, canını sıkkınlığından biraz dolaşmak
için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş
ve ayaz iyice artmıştı. Kar atıştırmaya başlamıştı. Hande kar’ı çok
seviyordu. Yürüdü, yürüdü… Köye gelmişti…
Bir evin önünde durdu. Evin penceresindeki saksıya gözü ilişti.
Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi…
Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi, eve doğru bir adım
attı, kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti. Bu Hacer idi.
Hande’ye gülümsüyordu… “Hoşgeldin Hande” dedi Hacer, biraz ürkek “Buyurmaz
mısın?”
Şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda, sıcacıktı. Odun
sobası her yeri ısıtmıştı. “menekşeler” diyebildi
sadece Hande, “bu soğukta???”
Hacer gülümsedi: “Onlar annem için, annem onları çok sever.” Sonra yatakta
yatan kadını fark etti Hande.
– “Annen hasta mı?” dedi. Hacer: “Evet, 2 sene önce felç oldu, ona ben
bakıyorum. Bizim kimsemiz yok. Birtek ineğimiz var, onunla geçiniyoruz ama
tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek
vaktim olmuyor.” dedi Hacer utanarak…
Bir de dedi: “Bizim köyden şehre araç yok, bu yolu her gün yürüyorum o
yüzden de çok yorgun okula geliyorum dersleri anlamakta güçlük çekiyorum.”
Hande’nin gözleri dolmuştu…
Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş
olmalıydı… Dışarıya koştu ve annesine sarıldı,ağlıyordu… Bir müddet
sonra “Anne, bu Hacer!” diye tanıştırdı sıra arkadaşını…
Hacerler’e gidip Hacer’in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte.
Hande, annesine anlattı Hacer’in hayatını, ağlıyarak. “Bir şeyler yapalım
anne”dedi…
O hafta, annesi ve Hande, Hacerler’e gidip annesi ve Hacer’i kendi evlerine
taşıdılar… Hacer, artık Handeler’den okula gidip geliyordu.
Ne dağınıktı, ne de aptal… Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu…
Seneler geçti… Hacer ve Hande bir arkadaş değil, bir kızkardeşlerdi
artık…
Mor menekşeler Handey’e Hacer’i armağan etmişti… Hacer’e ise; hem
Hande’yi, hem hayatı…
Seneler sonra ikisi de evlendi… Hacer şimdi bir doktor…
Hande’den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi. Hastalarına vicdanı ile
birlikte şifa dağıtıyor…Hande ise; bir öğretmen…Çocuklara farklı olan
şeyleri sevmeyi de öğretiyor… Bir kızı var.
Adı: HACER MENEKŞE…
Hayatta en çok sevdiği iki şeye birini daha ekledi Hande. Hacer Menekşe,
teyzesi Hacer’i çok seviyor ve annesine teyzesi için hegün teşekkür
ediyor…
SEVGİNİZE KESİNLİKLE ÖNYARGI SOKMAYIN. DAİMA KARŞINIZDAKİNİ DİNLEYİN…
GÖRECEKSİNİZ Kİ ÖNYARGISIZ BİR ŞEKİLDE YAKLAŞIRSANIZ,YORUMLARINIZ DAİMA
İSABETLİ OLACAKTIR…
HERŞEY, SEVİNCEYE KADAR FARKLIDIR…. SEVDİKTEN SONRA İSE; SEVGİNİN DİLİ HEP
AYNIDIR…

 

 

UTANMAKTAN UTANAN BİR NESİL

Utanmak, insanın kalitesini gösteren bir güzelliktir. Utancından dolayı yanakları kızaran bir insan, gerçekten ve hala insan olduğunu gösteriyor demektir.
Bu güzellik bütün insanlara yakışır ama, asıl hanımların süsüdür.
Bu gerçeği, açıkça ve ilk ifade eden Güzeller Güzeli’dir.
Halkımız da, o nebevi ifadeden ilhamla, utangaç, iffetli, edepli ve hayâlı delikanlıları tarif etmek için, “Kız gibi çocuk” der.
Ne yazık ki, şimdi utanmaktan utanan bir nesil yetişiyor.
Utanması gerekenden utanmayan, ama utanmaması gerekenden utanan bir nesil…
Utandırması gereken, ahlaksızlık, faziletsizlik, haksızlık, merhametsizlik ve sevgisizlik değil midir?
Şimdi, bu insani güzelliklerden dolayı utananlar ayıplanıyorlar, eksik ve noksan olarak görülüyorlar.
Rahmetli Necip Fazıl Bey, Kahraman Maraş’taki bir konferansında, “Pek yakında utanmaktan utanan bir nesil gelecektir” dediği zaman, o zamanın gençleri olan ben ve arkadaşlarım, bu cümleyi çok yadırgamış ve bir türlü kabullenememiştik.
Ama Şairler Sultanı, bir şair hassasiyetiyle demek ki bugünleri görüp haber vermiş… Şimdilerde, giderek utanmaya yabancılaşan ve hatta bazı kesimlerde, maalesef, UTANMAKTAN UTANAN bir nesli hep birlikte ayan beyan görmekteyiz.
Güzeller Güzeli Efendimiz SallALLAHu Aleyhi ve Sellem, “Haya imandandır” buyurur… Ancak günümüzde, hayânın bir insani güzellik olarak yaşanılması bir yana, artık kelimesi de dilimizden ve lügatimizden kalkmaktadır.
Sahi, dilimizde kaldı mı hayâ? Ya hayatımızda…
Dilimizde olmayan hayatımızda bulunur mu ki?.. Önce kavramlar kalkıyor âlemimizden sonra da yaşanan manaları…
Her insani güzellik gibi, hayânın, utanmanın ve bu güzelliklerden dolayı yüzlerin kızarmasının temelinde İMAN vardır. Görürcesine bir ALLAH ve ahiret imanı yoksa, ne utanma kalıyor, ne de hayâ… Çünkü insanı sınırlayan ve kurallara bağlayan imandır.
Eğer insana iman hâkim değilse, egemenlik nefsin ve işbirlikçisi olan Şeytan’in eline geçiyor. Nefs ve Şeytan ortaklığının en önemli silahı ise, utanmazlıktır.
Utanmazlığı ele alıp, insan gibi değil, çok ayaklılar gibi yaşayanlar için, Akif’imiz şöyle der:
“–Bir utanmaz yüz, kızarmaz yüz bütün sermayesi”…
Niçin böyledir?
Bu sorunun en açık ve net cevabı şöyle olmalı diye düşünüyorum:
–ALLAH’tan utanmayanı, kimden ve neden utandırabiliriz ki?..
Ve bu hale gelmiş bir insanı, kötülükten, edepsizlikten, ahlaksızlıktan nasıl vazgeçirebiliriz ki?
Batılı insan, ALLAH’tan uzaklaşıp da nefsinin kölesi olmaya yönelince, birçok insani özelliklerini de birer birer terk etmeye başladı. Fakat en önce ve hemen terk ettiği güzellik, hayâ duygusu oldu… Hayâ gidince ne ayıp kaldı, ne de günah… Ne yapsan caiz, ne etsen uygun, nasıl yaşasan güzel…
Böylece hayat, kuralsız, sınırsız bir nefsaniyet yarışına dönüştürüldü.
İnsan, “ALLAH’ın kulu olmaktan kurtulup hürriyetimi kazanayım” derken, nefsinin kölesi olup, bütün varlığın esiri durumuna düştü. Bir başka deyişle, insan, ALLAH’tan uzaklaşınca, insanlıktan da uzaklaştı. ALLAH’tan ve dolayısiyle de insanlıktan da uzaklaşan insan, nereye yaklaştı?
ALLAH’tan ve insanlıktan uzaklaşan insanın yaklaştığı yer, utanmanın bittiği yerdir. Böyle bir insan, haksızlıktan utanmıyor. Kan dökmekten, hırsızlıktan, kalp kırmaktan utanmıyor. Utanmıyor ve bu sebeple de her hayâsızlığı yapmakta kendini serbest hissediyor.
Böylelerine, AR DAMARI ÇATLAMIŞ denirdi. Hala arsızlık diye bir şeyden bahsediliyor mu, bilmiyorum ama benim anacığım derdi ki:
“–İnsanın manevi bir damarı vardır. Ar ve hayâ duygusu o damarı güçlü ve sağlam kılar. İnsan utanmazlığa başlar ve devam ederse, nihayet bir gün o damar çatlar… Ar damarının çatlaması, insanı insanlıktan çıkarır. Çünkü utanmaktan uzaklaşır ve artık yüzü hiç kızarmaz olur.
Ar damarı, çaaat dile kırılınca, insanı kötülüğe götüren fren bozulmuş olur. Artık böyle birinin yapamayacağı kötülük yoktur. Suçüstü yakalasanız bile, yaptığından asla utanmaz, hatta edepsizliğinden dolayı yüzüne tükürseniz bile, arsızca sırıtır da, suratına yağmur yağdığını sanır.”
Bu gerçek de gösteriyor ki, hayâ imanın eseridir… Kesin ve kesintisiz bir ALLAH inancı olmadan, hayâlı olmak da mümkün değildir.
Bu sebeple de, imandaki zayıflık, ilk önce utanma azlığı sonucunu doğurmaktadır.
Batılı insan, ALLAH’tan uzaklaşınca nefsinin kölesi oldu. ALLAH’ın emirleri ve kuralları yerine nefsinin arzularını koyunca, ilk olarak utanma duygusundan sıyrılmıştır. Zira nefsinin arzularını sınırsızca yaşayabilmek için utanmaktan utanması gerekmektedir.
Hayvanları bile utandıracak bir utanmazlık içinde, sadece benini, bencilliğini tatmin için yaşamaya başlamıştır.
Bugün ortaya çıkmış olan acı gerçeği, Efendimiz SallALLAHu Aleyhi ve Sellem asırlar önce haber vermişti:
“–UTANMIYORSAN, DİLEDİĞİNİ YAP!”
Bu hakikat, aslında bütün peygamberlerin ve ALLAH Dostlarının ortak ifadesidir.
Bu gerçek iyi bilinirse, bu gün Bağdat’ta yapılan zulüm ve bir damla petrol için akıtılan bin damla kan kolay anlaşılabilir.
Giyinmeyi gereksiz gördüğünü gösteren kıyafetler içindeki kişiler de, durumlarında utanacak bir şey görmüyorlar.
Yalancı yalanından utanmıyor.
Hırsız, da hırsızlığından…
Sonuç olarak da, utanma duygusu utanmazlığımızdan utanıp, bir bilinmez diyara hicret ediyor. Bizi de, utanmazlığın normal kabul edildiği bir yaşanılamaz, haksız, kaba ve katı bir hayat karşılıyor.
Böyle olmasın, “Her insan her dilediğini sınırsızca yaşamasın!” dediğiniz zaman da, ünlü bir gazeteciniz çıkıp, “Biz hayvanlar kadar bile özgürce yaşayamayacak mıyız?”diye yazıyor…
Oysaki hayvanlar kadar özgür olabilmek için gereken utanmazlık, sadece Şeytan’ın işine yarar… Utanmayı öğretemediğimiz çocuklar, Şeytan’ın rahatça yağmalamasına sunulmuş olur.
Eğitim seminerlerimizde, anne–babalardan bazen şöyle bir şikâyet duyarım:
“–Çocuğum çok utangaç,çok çekingen… Ne yapayım,onu nasıl açayım?..”
Ben de bu sorulara genellikle şu cevabı veririm:
“–Önce şunu iyi biliniz ki, utangaçlık kötü bir şey değildir. Böylesine utanmazlaşmış bir dünyada, ne mutlu o evlada ki, hala utanabiliyormuş… Zaman içinde, yaş baş geliştikçe, çocukluktaki utangaçlık zaten kendiliğinden törpülenir, azalır ve dengelenir. Ama siz şimdi çocuğun başarısını ve hayata uyumunu azaltan utangaçlığını abartır, tehlikeli bir hastalık gibi görür üstüne yürürseniz, belki çocuğu utanma duygusundan kurtarırsınız ama utanmaz yapma ihtimaliniz de ortaya çıkar. Asıl tehlikeli olan da budur. Çünkü her utanma, her utanmazlıktan daha iyidir. Bu duyguyu iptal etmek çok kolaydır ama tekrar diriltmek çok zordur.
Bu sebeple, utanma duygusuna bütünüyle cephe almak çok tehlikelidir. Ancak, utangaçlık çok aşırı boyutlarda ise ve mesela okul başarısını engelleyecek boyutlara varmışsa, ancak o zaman müdahale edilmelidir. O halde de çok dikkatli olmalı, utanma duygusu rencide edilmemeli, büsbütün ortadan kaldırılacak biçimde hırpalanmamalıdır.
İnsanlığın çektiği belaların temelinde, daima utanmazlık vardır. Mü’minin mizacında hayâ vardır. Yüce Yaratıcı’nın huzurunda kurulacak olan o Büyük Mahkeme’de utanmamak için, bu fani hayatta çok mahcup olur, fazla utanır ve her halinden hayâ sezilir.
Utanmazlığın arttığı ve insanların adeta hayâsızlık yarışına çıktığı bir yaz mevsiminde, hanımların çıplaklığından şikâyet edenlere bir ALLAH Dostu şu ibretli tavsiyede bulunmuş:
“–Evladım, madem onlar hadlerini bilememiş ve kendilerini sergilemişler… Peki siz, niçin bakışlarınızla onları örtmediniz…”
Her ortamda ve her zaman, hayâda hayır vardır.

İnsanı, diğer canlılardan ayıran en belirgin özellik, akıl ve hayâdır
(utanma duygusu).
Akilli insan oncelikle hesap-kitap insanidir. Oturmasinda kalkmasinda,
bireysel iliskilerinde icten bir sayginlik, bir edep-adab disiplini
kolaylikla farkedilir bu kisilerde.Çünkü kişi heryaptığını gören Rabb ini
unutmaz ve huzurunda edeple hareket eder.Utanabilmek bir erdemdir bir zaaf
degil.

Utanabilenlere..

BULUNMAYACAK TEK ŞEY SENİN BENZERİNDİR.

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle…
Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:
– “Küçüüük!” diye seslendi.” Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!”
Çocuk, ona dönerek:
– “Gerçekten çok güzeller!” diye tebessüm etti, “Ama benim bir bacağım doğuştan eksik”.
– “Bence önemli değil!” diye atıldı adam. “Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı.”
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
– “Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.”
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
– “Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?”
– “Çok basit!” dedi, adam. “Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler…”
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:
– “Baktığın ayakkabı, sana yakışır!” dedi. “Denemek ister misin?”
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
– “Üzerinde 30 lira yazıyor” dedi, “Almam mümkün değil ki!”
– “İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!” dedi adam, “Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.”
Çocuk biraz düşünüp:
– “Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!” dedi, “Onu kim alacak ki?”
– “Amma yaptın ha!” diye güldü adam. “Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.”
Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
– “Üstelik de öğrencisin değil mi?” diye sordu.
– “İkiye gidiyorum!” diye atıldı çocuk, “Üçe geçtim sayılır.”
– “Tamam işte!” dedi adam. “5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!”
Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek
– “Benim satış işlemim bitti!” dedi, “Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.”
– “Şaka mı yapıyorsunuz?” diye kekeledi çocuk, “Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?”
– “Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş…” dedi adam, “Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder.”
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
– “Bana göre 20 lira yeterli.” dedi. “İndirim mevsimini başlattınız ya!”
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
– “Babam haklıymış!” dedi. “Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti.”
* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
* Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
* Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir